Son yıllarda büyük bir ilerleme kaydeden tıbbın yeni yeni keşiflerine rağmen, vücudumuzdaki organların yapı ve faaliyetleri hakkında bildiklerimiz "çölde bir kum tanesi" veya "okyanusta bir damla" olmaktan öteye geçememiştir. Yapılan her keşiften sonra yeni yeni bilinmeyen ve çözüm isteyen sırlar ortaya çıkmış, ilim, merak ile yeni buluşların ufuklarına yönelmiştir.
"Her canlının vücudu bir saray gibidir, insan vücudu ise bu sarayların en muhteşemi ve en mükemmelidir." Vücudumuzda tıpkı bir saraydaki koruma muhafızları gibi "muhteşem bir ordu" vardır. Bu konuya dergimizin yirminci sayısında temas etmiştik. Bu yazımızda da vücud sarayının binlerce esrarengiz organlarından biri olan gözlerimizi ele alacağız.
Her şeyi gördüğümüzü zannettiğimiz gözlerimizle, mevcudatın ancak milyonda beş veya altısını görebiliyoruz. Çok mükemmel surette yerleştirilen altı adet kas sayesinde, sağa sola ve yukarıya-aşağıya hareket eden bu organlarımız ne gariptir ki, "sırf görmek için yaratıldığı halde, kendisini bile görmekten acizdir."
Bir ceviz kadar büyük olan gözlerimizin beyinle arasında milyonlarca elektrikî bağlantı olup; bunlar, aynı anda bir buçuk milyon bilgiyi beyne ulaştırabilirler. Ve yine ne gariptir ki, büyük bir caddede, hem de içlerinde şoförleri bulunan beş-on taksinin çarpışmasını normal gören bazı kimseler, bu ufacık yolda birer taksi hükmündeki milyonlarca akılsız ve şuursuz bilginin çarpışmamasına hayret etmemektedirler!.
Görme işi, gözün minik bir kubbeye benzeyen en Ön kısmıyla başlar. "Kornea" denilen bu kısım ışıkların muntazam bir şekilde göze girmesini sağlayacak yapıda yaratılmıştır. Bunun arkasında göz bebeği denen minik bir delik bulunur. Bu kısım, gözün derinliklerine girecek ışıkların azlığını veya çokluğunu ayarlamakla vazifelendirilmiştir. Az ışıkta genişler, bol ışıkta daralır.
Göz bebeğinin tam arkasında göz merceği vardır. Bunun vazifesi; görüntünün retina (görme hücrelerinin bulunduğu yer) üzerine düşmesini temindir. Merceğin etrafında bulunan adaleler, merceğin duruma göre kalınlaşmasını, duruma göre incelmesini temin ederler. Böylece görüntünün tam olarak ayırt edilmesini mümkün kılarlar.
Merceğin arkasında ise göz boşluğu bulunur. Burada yumurta akı kıvamında ve şeffaflığında bir sıvı vardır. Bunun arkasında da "RETİNA" denilen bir tabaka yer alır. Soğan zan kadar ince olan bu tabaka, gözün üçte ikisini kaplar. Takriben iki santimetre karedir. Ve üzerinde tam yüzotuzyedi milyon tane hücre vardır. Bu hücrelerin yüzotuz milyonu çubuk biçiminde olup, siyah-beyaz renklere karşı diğer yedi milyonu ise huni biçiminde olup bütün diğer renklere karşı hassastır.
Bütün bu bilgilerden sonra bir cismi nasıl gördüğümüzü kısaca açıklayalım. Şöyle ki: Geceleyin gözümüzün önünden bir ateş böceğinin geçtiğini farzedelim. Böceğin ışığı korneadan (saydam tabaka), göz bebeğinden ve göz merceğinden geçerek böceğin görüntüsünün ters bir şekilde retina tabakasına düşmesine sebep olur. Ve çubuk şekilli hücrelerdeki erguvan renkli boya maddesi beyazlanır. Bu beyazlanma işi son derece hafif bir elektrik akımının doğmasına sebep olur. Bir voltun milyonda biri kadar olan bu akım göz sinirini uyarır. Sinir yoluyla beyne giden dalgalar vasıtasıyla bir ateş böceği gördüğümüzün farkına varırız. Retina tabakasına düşen ters görüntü, sinir-beyin yolunda düzeltilir. Bütün bu işlemler, saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede olmaktadır! Gözlerimizin görme sisteminden ilham alınarak, fotoğraf makineleri ve televizyon kameraları gibi aletler keşfedilmiştir. Ve bunların kâşifleri uzun uzun alkışlanmıştır. Bu kâşifleri uzun uzun alkışlayanlardan bazılarının aklına, ister istemez gözün ustası gelmiş olmalıdır.
"Gözü düşündükçe tepem atıyor." İşte, böyle diyor Darwin. Evet, bu harika sistemi yaratıcısız kabul etmek, onu tesadüfe hamletmek mümkün değildir. Şuursuz maddeye, kör kuvvetlere havale etmek de imkânsızdır. Çünkü: "Gözü yaratan elbette gözü görür. Hem ince bir mana ile gözün gördüğünü de görür. Sonra yapar. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, gözlüğün göze yakıştığım görür. Sonra yapar."
Gözlerimiz dışarıdan gelen toz ve mikroplara karşı nasıl korunmaktadır? Bu dikkat çekici sual, üzerinde düşünmeye hakikaten değer. Vücut sarayını yaratan Zat, elbette onun gözetleme delikleri olan gözlerimize de koruyucu askerlerini yerleştirmiştir. Alından akıp gelen terlerden muhafaza edilmesi için kaşlarımız vazifelendirilmiştir. Kaşlarımız aynı zamanda zararlı ışınlan emme gibi bir vazife de yaparlar. Göze toz ve mikropların kaçmaması için de kirpikler yaratılmıştır. Bir toz veya mikrop, kirpiklere rağmen gözümüze kaçsa bu durumda gözde, mikroplan öldürme hususiyeti olan gözyaşı devamlı salgılanarak bu mikroba karşı koruyucu rol oynar. Dakikada üç ila altı defa gözlerimizi kırpmamız sayesinde gözlerimiz devamlı ıslak kalır. Ayrıca göz kırpma gözleri dinlendirir. Bu yüzden de yorgun olduğumuzda gözlerimizi daha fazla kırpmaktayız.
İnsan tek gözle iki buutlu, ancak iki gözle üç buutlu görür. Tek gözle derinlik hissi alınamaz, bu hissi aldığım zanneden daha önce o cismi gördüğü için hafızası ile üç buutlu olduğunu bilir.
Gözlerimiz sıhhatimizin aynası gibidir. Birçok hastalıklar gözlerimizin incelenmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Beyin urları, Avit. eksikliği, şeker hastalığı ve sarılık, bu hastalıklardan bazılarıdır.
Karşıya geçmek için caddenin bir kenarında yardımcı bir elin uzanmasını bekleyen, karanlık dünyasını, bastonunun ucuyla aydınlatmaya çalışan birinin durumu bize gözlerimizin kıymetini çok iyi anlatsa gerek.
Acaba milyonlara değişmeyeceğimiz bu organı nasıl kullanıyoruz? Gayesine uygun kullanabiliyor muyuz? Maalesef insanlardan bu kadar kıymet taşıyan organı, lüzumsuz yerlerde, hatta kendisine faydadan ziyade zarar getirecek yerlerde kullananların sayısı az değildir.
Bu durumda bu kıymetli organı su-i istimal edenlere bakan âmâlar belki de görmediklerine üzülmek şöyle dursun sevinirler sanırım..
[ Ekleyen (Oltulu) | 30.10.2010 13:17:08 | Okunma : 381 ]
Oy : 0-Puan : 0
|
|