vrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan Ural Dağları ve Ural (Yayık)
Nehri Başkurt Türklerinin ana yurdudur. Çok köklü bir tarihi geçmişi
olan Başkurtların sayısı diğer Türk boylarına göre daha azdır. Dünya’da
toplam 2 milyon civarında Başkurt Türkü olduğu bilinmektedir.
Sayılarının az olmasına karşın geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan
Başkurt Türkleri geçmişlerini yaşatmakta kararlıdırlar. Bugün Rusya
Federasyonu’na bağlı olan Başkurdistan’ın yüzölçümü 143 600 kilometre
kare olup, toplam nüfusu 4 140 336 civarındadır. Başkurdistan nüfusunun
etnik dağılımı şöyledir: %29,8 Başkurt, %36,3 Rus, % 24,1 Tatar, %2,8
Çuvaş, %2,6 Mari, %1,3 Ukraynalı, %0,6 Moldovalı, %0,5 Udmurt’tur.
Rakamlardan da görüldüğü gibi, Başkurdistan’da Ruslar çoğunluktadır.
Yazılı Kaynaklarda Başkurt Türkleri
Ural bölgesi ve Başkurt Türkleri denince ilk akla gelen isim ünlü
tarihçi, Türkolog ve devlet adamı Zeki Velidi Togan’dır (1890–1970).
Türkiye’de ve dünyada Başkurt tarihinin ve genel olarak Başkurtların
tanınması Togan sayesinde olmuştur dersek hiç de yanlış olmaz. Zeki
Velidi tüm ömrünü milletine adayan nadir insanlardan birisidir ki,
hayatının büyük bir vatanından ve milletinden uzaklarda geçirmişse de
Başkurt milleti için hizmet etmiş, Başkurtlarla ilgili birçok eser
yazarak Başkurt Türklerinin yurt dışındaki sesi olmuştur. “Hatıralar”
başta olmak üzere 2003 yılında Türksoy tarafından yayımlanan
“Başkurtların Tarihi” gibi eserlerinde, sayısız makalelerinde Başkurt
Türklerinin dil, tarih, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgiler
sunarak, milletine dair hiçbir ayrıntıyı es geçmemiştir.
Bir milletin adı olan Başkurt kelimesi, baş ve kurt sözcüklerinden
oluşan bir birleşik kelimedir. Halk arasında dolaşan bir rivayete göre,
Başkurtlara İslam dinini öğretmek için gelen insana bir kurt yol
göstermiştir. Bundan dolayı, başı kurt, yani önderleri kurt diye
adlandırılmıştır. Eski Yunan, Arap, Çin vs. kaynaklarında sıkça Başkurt
kelimesine rastlamak mümkündür. Başkurt kelimesi yazılı kaynaklarda ilk
kez II. yüzyılda ünlü Yunan astronomu, matematikçi ve coğrafyacı
Klaudios Ptolemaios (MS 108–168) tarafından kaleme alınmıştır. Başkurt,
Vaşgirt şeklinde batı kaynaklarında ve İran destanlarında da
bulunmaktadır. Konuyla ilgili Togan şunları yazmıştır: “İran
destanlarında ve batı kaynaklarında bilinen Vaşgirt, Tirmiz yanındaki
Başkurt dağı ve Pamir’in Çıtral tarafındaki Başkurt gibi coğrafi
isimler, eski Bulgarlar gibi Başkurtların da en eski çağlarda,
Türkistan’ın güneybatı taraflarında yaşamış olduklarına delâlet
edebilir. Efsanelerde görülen Gürksar yani “kurt baş” kelimesi “Başkurt”
kelimesinin “kurtbaş”dan geldiğine dair halk etimolojilerinin ve
faraziyelerinin eski bir şekli olabilir.” (Togan 2003:3). Bir Türk
destanı olan Oğuzname veya Oğuz Destanı’nda da Başkurtlardan söz
edilmiştir: “Türk rivayetlerinin en eskisi olan Oğuz destanında
Başkurtlar, Edil havzasına yakın ve Bulgarlara sınırdaş bir dağlık
ülkede yaşayan, kuvvetli ve şekavetle tanınmış (cebbar ve ayyar), kibir
ve nuhveti dolayısıyla hiçbir cihangire baş eğmeyen bir kavim sıfatıyla
zikrediliyorlar.” (Togan 2003:3).
Ünlü Başkurt tarihçi Zeki Velidi Togan, Başkurtların ortaya çıkışı,
tarihi ile ilgili yaptığı araştırmalarının sonucunu şu şekilde kaleme
almıştır: “Eski Başkurtlara ait en şayanı kayıtlar Çin kaynaklarında
görülmektedir. Fakat bu kayıtlar Çinliler tarafından kavim isimleri
olarak zikredilen bazı isimlerin “Başkurt” ismine benzetilmesinden başka
bir şey değildir… Kavim isminin Türkçe aslı Töles yahut Tölös’tür, ki
bu isimler Orhun kitabelerinde de zikredilir. Demek Başkurtlar Göktürk
zamanında Tölös kabilesine dahil bir Türk kabilesiydi ve bunlar Hunların
halefi sayılıyordu. Tölösler ise Altay-Irtış taraflarında yaşayan
Kıpçak kavimlerinden ibarettir. Kıpçakların da milâdın ilk yarısında
Güney Türkistan’da yaşadıklarını gösteren deliller vardır. Sonra bu
kavimler Hunlar devrinde Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır… Türk
Başkurtların birleşmesinden önce Ural taraflarında bazı İran Sarmat
kavimlerinin yaşamış olduğu, coğrafi isimlerinden anlaşılmaktadır.
Başkurtların Kıpçak grubuna dahil bir kabile olarak görülmesi diğer
tarihi kayıtlara da uygundur.” (Togan 2003:4).
Başkurtların günümüzde yaşadığı topraklarında bulunan Araplar,
Başkurtlarla ilgili bilgilerini paylaşmıştır. Zeki Velidi Toğan
“Başkurtların Tarihi” adlı kitabının ‘İslam Membalarına Göre Başkurtlar”
başlıklı kısmında şunları yazmıştır: “İstakhrî, Başkurtları “Oğuzların
sonunda” yani Aral-Hazar arasında yaşayan Oğuzların kuzey tarafında,
onlara bitişik olarak yaşayan ve kimseyi yanlarına sokmamak için müsait
yerlerde Bulgarlara tâbi olarak yaşayan ve sayıları (yani askerleri)
2000’i geçmeyen bir kavim olarak tarif eder. Al-Birunî de Başkurtların
yaşadığı ülkeyi “Başkurt Dağları” (Cibâl-i Başkhırt) diye adlandırır ve
bu kavmin, İbn Fadlân’da olduğu gibi Yayık Peçeneklerine komşu olmak
üzere Edil, Bulgar ve Suvarların doğusunda yaşadığını zikreder. Bu
dağların ismi olan “Ural” kelimesine 13. asırda Çinggizlilerden
Şıbanoğulları ulusunun sınırlarının tarifinde, Ebülgazi Han tarihinde ve
Nogay destanlarında rastlanıyor.” (Togan 2003:4–5). Başkurtlar ile
ilgili ayrıntılı bilgiler, Halife el-Muktedir’in 921 yılında Bağdat’tan
İdil boyundaki Bulgar hükümdarlarına gönderildiği elçilik heyetinde yer
alan ve gezide kâtiplik görevini üstlenen İbni Fadlan’ın (Ahmed bin
Fadlan el-Abbas) eserinde de bulunmaktadır. Fadlan’ın seyahatnamesinin
Başkurtlarla ilgili kısmına değinen Zeki Velidi Togan: “Ural dağlarında
yaşayan Başkurtlar, güneyde Mogacar dağlarında Oğuzlarla, Yayık’ta
Peçeneklerle ve batıda Sokh ile Çerimşen arasında, yani şimdiki Samara
vilayetinde yaşayan Başkurtların yanında duraklamış ve İbni Fadlân da
orada bu kavmin adet ve akidelerine dair meşhur notlarını tutmuştur.
O’na göre o zamanda Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır müellifin
kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat
şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine
uymaktadır… İbni Fadlân’a göre Başkurtlar “Türk kabileleri arasında en
şerir, en güçlü, insan öldürmeyi hiçe saymakta en ileri gideni” olduğu
için sefaret heyeti bunlardan çok korkmuştur. İbni Fadlân’a göre bunlar
sakallarını tıraş ediyorlardı. İbni Fadlân, bir de bazı göçebelerde ve
bazı Başkurtlarda görülen bir âdeti yani gömlek ile donların kat
yerlerindeki bitleri, dişleriyle çiğneyerek öldürmelerini “bit yeme”
âdeti olarak anlatmıştır. Başkurtlar Şamanî oldukları halde aralarından
birisi İslamiyet’i kabul etmiş olmalıdır ki, o sefaret heyetinin
hizmetinde bulunmuştur.”demiştir. (Togan 2003:6). Gezi sırasında bölge
halkının bazı gelenekleri Fadlan’ın dikkatini çekmiştir: “Hepsi kalpak
giyerler. Hükümdar ata, at bakıcısı olmadan tek başına biner. Gezerken
yanında muhafız bulundurmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes
ayağa kalkar. Kalpaklarını çıkarıp koltuklarının altına alırlar.
Hükümdar geçince tekrar başlarına giyerler… Kadınlar ve erkekler hep
beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. Birbirinden kaçmazlar.
Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en
büyük suçlardandır.” (Kurban 1998: 52). Ayrıca Arap kaynaklarında, “İç
Başkurtlar” ve “Dış Başkurtlar” tabiri de kullanılmıştır. İstakhrî,
Bulgar şehrinden “İç Başkurtlara” kadar 25 günlük mesafe olduğunu
yazmış, fakat “Dış Başkurtlar”dan söz etmemiştir. 1135 yılında İdil boyu
Bulgarlarını ziyaret eden Abu Hamid al-Andalusî Başkurtları ziyaret
ettiğinden bahsetmiştir.
Sicilya’nın Norman kralı II.Ruggeoro’nun hizmetinde bulunan Arap
coğrafyacı İdrisî (Ebu Abdullah Muhammed bin el-İdrisî) (Septe, Fas,
1100 – Sicilya 1165), dünyanın ayrıntılı tasvirine ağırlık verdiği
“Kitabü’n-Nüzheti’l-Müştak fi İhtiraki’l-Âfâk” başlıklı esrinin dışında
bir dünya haritası ve dünyayı yedi iklim kuşağına bölen bir iklim
haritası hazırlamıştır. İdrisî eserinde Başkurtlardan da söz etmiştir.
Konuyla ilgili Togan şu tespitlerde bulunmuştur: “Coğrafyacı İdrisî
eserinin beşinci, altıncı ve yedinci “cüz”lerinde Başkurtlar hakkında
daha kimse tarafından layıkıyla tahlil edilmemiş olan oldukça mufassal
malumat vermiştir. Beşinci iklimin 7.cüzünde Edil nehrinin doğu kolunun
(yani Ak-Edil’in) “Başkurt nahiyesi”nden güçlenerek aktıktan sonra
Peçeneklerle Bulgarların arasından geçtiğini; Beşinci iklim 8.cüzde “İç
Başkurtlar” (al-Başcırt al-dâkhila) ile Oğuzların ülkesini yüksek ve
ormanlık Marğar dağının ayırdığını söyler. Altıncı iklimin 7.cüzünde
İdrisî “Dış Başkurtlar” (al-Başcırt al-khârica) ülkesini tasvir ediyor.
Ona göre Başkurt ülkesi gayri meskûn bozkır ve çöllerden ibarettir.
Kasabaları ve ahalisi pek az, yolları geçit vermez; İç Başkurdistan’da
dağlık yerden çıkan Suqan (galiba Yayık) nehrinden 8 merhale doğuda
(demek ki Yayık nehrinin başlarında) küçük Nemcan kalesi vardır, bu
bölgeyi hüsnü suratıyla tanınmış bir sülale, nesilden nesle idare eder.
Bu şehrin 8 merhale doğusunda Arcıqa (herhalde İrendik) dağı bulunur.
Burada bakır maden ocakları vardır ki 1000’den fazla insan çalışır. Bu
madenden çıkarılan bakır Khorezm ve Şaş (Taşkent) ülkelerine ihraç
olunur. Buradan elde edilen tilki ve kunduz derileri de Hazar denizi
sahillerine ve Deylem taraflarına gönderilir. Bu ülkenin dağlarından ve
nehirlerinden pek çok kıymetli taşlar çıkarılır.” (Togan 2003:7).
İdrisî’nin tasvirlerinden Başkurtların kalelerinin, şehirlerinin
bulunduğunu, maden ocakları işlettiklerini söylemek mümkündür, oysa
diğer gezginlerde bu gibi bilgilere rastlanmadığını Togan şöyle dile
getirmiştir: “Arap müelliflerinden İbni Fadlân ve İstakhri gibi,
13.yüzyılda Fransa kralı tarafından Moğolistan’a gönderilmiş olan Rubruk
da, Başkurtların şehir ve kasabaları olduğundan bahsetmez. Rubruk,
Başkurtların göçebe bir kavim olduğunu beyan eder; fakat İbni Fadlân
gibi Rubruk da, Step Başkurtları ülkesinden geçmiştir. İdrisî Başkurt
ülkesinde zikredilen şehir ve kasabalar ile maden işletme sahalarının
dağlık mıntıkalarda olduğunu kaydediyor. Buralarda, bu gibi sanayi ve
pazaryerlerinin bulunmuş olması pek muhtemeldir.” (Togan 2003:8).
Avrupa’dan Büyük Moğol Devleti’ne gönderilen elçilerin yolu Ural
bölgesinden geçmiş olduğundan seyahatnamelerinde Başkurt Türklerinden
söz edilmiştir. Örneğin, 1243 yılında Ural’ın güneyinden geçen Venedikli
gezgin Johann de Plano Carpini (1182- 1252), Başkurtlardan “Bascart”
ismiyle bahsetmiştir. Fransa kralı IX. Louis’in (1214–1270) elçisi olan
Rubruk (William of Rubruck) (1220–1293) 1253–1255 yılları arasında
yaptığı Moğolistan gezisini “Doğu Ülkelerine Seyahat” adlı kitaba
toplamış ve Başkurtları “Bascatur” olarak kaleme almıştır.
Başkurtların menşei, dili ile ilgili birçok araştırma bulunmaktadır.
Türkçe öğrenme ihtiyacından ortaya çıkan ve XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud
tarafından yazılan ve bugün de güncelliğini ve değerini kaybetmeyen
“Divanü Lûgat-İt-Türk”te Başkurtlardan da söz edilmiştir. Kaşgarlı,
‘Türk Ulusunun Boyları Hakkında Söz’ başlığı altında Başkurt kelimesini
“Başgırt” şeklinde kaleme almış ve şunları yazmıştır: “Türkler aslında
yirmi boydur. Bunların hepsi – Tanrı kutsal kılası – Yalavaç Nuh oğlu
Yafes, Yafes oğlu Türk’e dek uzanır… Bizans –Rum – ülkesine en yakın
olan boy “Beçenek”dir; sonra “kıfçak”, “Oğuz = Uğuz”, “Yemek”,
“Başgırt”, “Basmıl”, “kay”, “Yabaku”, “Tatar”, “Kırkız = Kırgız” gelir.”
(Kaşgarlı 1985: 28). Mahmud Kaşgarlı Başkurtların dili konusunda şöyle
demiştir: “Kırkıs, Kıfçak, Oğuz, Toxsı, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk
boylarının öztürkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle
Başgırtların dilleri bunlara yakındır.” (Kaşgarlı 1985: 30). Tarihçi ve
Türkolog Zeki Velidi Togan, Başkurtların dilinden söz ederken Başkurt
Türklerinin çok eskiden beri Türkçe konuştuklarına dair şunları
yazmıştır: “Başkurtların miladi 7.yüzyılda artık T’ieh-le, Tölös
zümresine dahil Türk kabilesi sayılmasıyla birlikte, Başkurtların
Türklerin Kıpçak ve Qun zümresine dahil bir kabile olduğu ve binanaleyh
Türkçe konuştukları muhakkaktır.” (Togan 2003: 9).
Başkurt Türklerinin Mitolojisi ve Halk Edebiyatı
Başkurt Türklerinin çok eskilere dayanan uzun tarihi geçmişi yalnız
yazılı kaynaklarda değil edebiyata da yansımıştır. Yaşanmışlığı ve
tecrübeleri içeren atasözleri ve değimler, tarihi olaylara dayanan
destanlar, dini inançlardan ileri gelen rivayetler Başkurt halk
edebiyatında yerini bulmuştur. Yılların birikimi olan Başkurt halk
edebiyatı çeşitli tarihlerde derlenip yayımlanmıştır. Fakat bu alanda en
büyük atılım 1990’lı yıllarda olmuştur. 1995 yılında “Başkurt Halk
Edebiyatı” külliyat halinde yayımlanmaya başlamıştır. 36 cilt olarak
planlanan ve 1996 yılında birinci cildi yayımlanan bu külliyatın 2014
yılı başları itibarıyla 13 cildi basılmıştır. Ayrıca 2009–2013 yılları
arasında Başkurdistan Bilimler Akademisi ve Dil, Tarih, Edebiyat
Enstitüsü’nün ortak çalışması sonucu 7 ciltlik “Başkurt Tarihi”nin
yayımlandığını da belirtmek gerekir. Başkurt aydınlarının tüm bu geçmişi
geleceğe taşıma çabaları şanlı tarihlerine ve zengin kültürlerine ne
denli bağlı olduğunu göstermektedir.
Başkurt Türklerinin dini geleneğe özgü inançları, uygulamaları veya doğa
olaylarını açıklamak amacıyla, görünüşte gerçekten yaşanmış olayları
aktaran, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve bir ölçüde geleneğe dayanan
efsaneler kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar gelmiştir. Başkurt
mitolojisi oldukça zengin ve çeşitlidir. Başkurtlar eski dönemlerde
Mecusi, Şaman, daha sonra İslam dinini kabul etmişlerdir. Başkurt
Türklerinin hayatında tüm bu dinlerin etkisi XX. yüzyıl başlarına dek
kendini gösterdiğini Rudenko şöyle dile getirmiştir: “Daha 20.yüzyıl
başlarında da, Başkurtların dünya görüşünde eski düşünceler ve bu
düşüncelere bağlı olan inançlar yaşamıştır. Başkurtların dünya görüşü
incelenirken, farklı zamanlarda ayı, kartal, gulyabani ve gökcisimlerine
tapınmalarından, tabiatın ruhunun var olduğunu sandığı ve onunla bağlı
olan animizm düşüncelerinden başlayarak Şaman dini kalıntılarına kadar
kat be kat inanç ve düşünce silsilesi görülmektedir. Yüzlerce yıllık
İslam yayılımı Başkurt eğitiminin sadece dış, ayin yönünü
değiştirmiştir; onların eski dünya görüşünde ve inançlarında esaslı
değişim olmamıştır.” (Rudenko 2001: 398). Ünlü arkeolog, antropolog,
etnograf Sergey İvanoviç Rudenko (1885–1969) Başkurt Türkleri üzerinde
detaylı çalışmalar yapmış, onları yerinde incelemiş ve Başkurtların
etnografik monografisini kaleme almıştır. Rudenko konuyla ilgili şunları
yazmıştır: “Ben kendime Başkurtların etnografik monografisini yazmayı
amaç edindikten sonra, 1905’ten başlayarak malzeme topladım ve 1908’de
araştırmalarımı bitirdim. 1908–1909 yılları arasında Başkurt folkloru
üzerine ilk eserim yayınlandı. 1916’da Başkurtların fizik tipleri
hakkındaki monografinin ilk kısmı, 1925’te Başkurtların yaşamına özgü
ikinci kısmı basıldı.” (Rudenko 2001: VIII). Rudenko, “Başkurtlar”
başlıklı kitabının ‘Sanat ve Folklor’ bölümünde halk edebiyatına,
‘İslam’a Kadar Olan Dini Düşüncelerin Kalıntıları’ bölümünde Başkurt
mitolojisine geniş yer vermiştir. Rudenko, Başkurt Türklerinin
inançlarının akidelerinden söz ederken Bağdat halifesinin elçisi İbni
Fadlan’ın fikirleri üzerinde durmuştur. Fadlan Başkurtların ilâhları ile
ilgili şunları yazmıştır: “Onların bazıları 12 ilâh hakkında, kışın,
yazın, yağmurun, yelin, ağaların, insanların, atların, suyun, gecenin,
gündüzün, ecelin, toprağın ilâhı olduğunu söylüyorlar; gökteki ilâhın
onların en büyüğü, fakat o diğer ilâhlarla fikir birliğinde ve onların
her biri arkadaşının yaptığını takdir ediyor… Bir grubun yılanlara
tapındığını; ikinci grubun balıklara, üçüncü grubun turnalara
tapındığını gördük, onların bir zamanlar düşmanları oldukları bir halkla
savaştıklarını, düşmanların onları (Başkurtları) bozguna uğrattıklarını
ve turnaların düşmanların arkasından bağırıp onları (düşmanları)
korkuttuğunu ve Başkurtları bozguna uğrattıktan sonra düşmanların
kendilerinin bozguna uğradıklarını, bunun için onların (Başkurtların)
turnaya tapındıklarını anlattılar ve ‘bu turnalar bizim ilâhımız, çünkü
onlar bizim düşmanlarımızı bozguna uğrattılar’ diyorlar ve bunun için
onlara tapınıyorlar (bugün de).” (Rudenko 2001: 374). İbni Fadlan’ın
seyahati sırasında tuttuğu notlarına dair Zeki Velidi Togan şunları şerh
etmiştir: “Fadlân’a göre o zaman Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır.
Müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan
itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine
uymaktadır… Fadlan, Başkurtların ongunları olan hayvan ve kuşları
saymıştır ki bunlar Başkurt şecerelerinde mezkûrdur. İbn Fâdlan bunları
on iki ilâh olarak gösteriyor; bu sayı Başkurt boylarını on iki bavlı
(boylu) diye ifade edilmesiyle mutabıktır. Bunlardan Bürcen kabilesinin
ongunu olarak şecerelerde malum olan turna da İbn Fâdlan tarafından bir
ilâh olarak zikredilmiştir.” (Togan 2003:6).
Başkurt Türklerinin eski kozmogonik (evrenin doğumuyla ilgili)
düşünceleri pek fazla bilinmemesi ile birlikte, gökyüzü ve doğa olayları
ile ilgili efsaneler günümüze kadar ulaşmıştır. Başkurtlar, Ay ve
Güneş’i insan şeklindeki bir yaratık olarak algılamıştır. Başkurt
masallarında Güneş güzel bir kız, Ay ise erkektir. ‘Kırmızı su kızı’
olarak tasvir edilen Güneş: “denizden çıkarken, onun birkaç sajen (1
sajen 2,13 metredir) uzunluğundaki beyaz saçları su üstünde yüzermiş; o
elleriyle yıldızları alarak beyaz saçlarını toplarmış. Güçlü bahadırlar,
denizden çıkan bu su kızını görünce onun güzelliğine hayran olurmuş ve
su kızı denize inerken bahadırlar onun uzun saçlarına sarılarak onunla
beraber su hanlığına inerlermiş; burada babası su kızını başlık parası
almadan bir bahadırla evlendirmiş. Damat karayı özlediğinde su kızının
babası onlara izin verip, su hayvanlarını hediye etmişmiş.” (Rudenko
2001: 375–376). Güneşin doğuşunu ve batışını gözlemleyen Başkurt
Türkleri onu kırmızı su kızı olarak algılamış, ufuk çizgisini de deniz
olarak hayal etmiştir. Erkek cinsinden bir yaratık sayılan Ay da Başkurt
Halk Edebiyatı’nda yerini almıştır. Bir efsaneye göre: “Su almaya giden
bir Başkurt kızı, sanki gülümsüyormuş gibi gökten neşeyle bakan güzel
ve sevimli Ay’a hayran hayran bakakalmışmış. Kız Ay’a bakarak: Eğer
benim de Ay gibi bu kadar yakışıklı kocam olsaydı, ben ona mutlaka büyük
bir bahadır doğururdum, diye söylenmiş. Ay bu genç kızı kendine eş
olarak almış, böylece bu kız şimdi orada (Ay’da) saka sırığı ve
kovalarıyla duruyormuş” (Rudenko 2001: 376). Başkurt Türklerinin eski
düşüncelerine göre, gezegen ve yıldızlar gökyüzüne demir zincirlerle
bağlı olarak asılı duruyormuş. Yıldız ve takımyıldızlarının hepsini
farklı isimlerle adlandırmış Başkurt Türkleri. Örneğin, Samanyolu’nu
Başkurtlar “Kuş Yolu” veya “Kaz Yolu” diye adlandırmıştır. Bunun nedeni,
Başkurtların düşüncelerine göre kuşlar (veya yabani kazlar) mevsimlik
göçleri sırasında bu yıldız yolunu kılavuz edinerek hareket ederlermiş.
Başkurt Türkleri, gök gürültüsü, yıldırım gibi doğa olaylarını da
inançları doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre gök
gürültüsü ve yıldırım Tanrı’nın isteğiyle meydana gelen bir olaydır.
Başkurtlar, Tanrı’nın meleği şeytanı cezalandırmak için gönderdiğini
düşünerek, bu doğa olayının meleğin şeytanla çarpışması sonucu ortaya
çıktığına inanmışlar. Tanrı, insanları baştan çıkaran, onlara kötülük
yapıp zarar veren şeytanı kovmak için meleği göndermiştir. Melek,
şeytanı takip etmiş ve onu kamçılamıştır. Meleğin kamçısının ucunda
ateşli taşlar olmuş, kamçı ile vurunca bu taşlar kamçıdan koparak ve
şeytana vurarak yıldırım çıkarırmış. Şeytan yıldırımdan saklanmak için
insanların evine girer ve işte o zaman yıldırım eve düşermiş. Yıldırım
düşmesi sonucu yanmaya başlayan evi Başkurtlar su ile söndürmeyi günah
saymış ve yoğurt ile söndürürlermiş. Bu nedenle Başkurtlar gök gürlerken
şeytan eve girmesin diye pencere, kapı ve bacalarını iyice
kapatırlarmış. Bazen şeytan yağmurlu havalarda çocuk kılığına girip evin
kapısına gelip ağlayarak eve almaları için ev sahibine yalvarırmış.
Bunun dışında hortum ve diğer hava olaylarıyla ilgili Başkurt
Türklerinin daha ilginç ve daha özgün düşünceleri bulunmaktadır. Onlar,
hortumu ejder saymıştır. Başkurtlar genelde yılanı zararlı, tehlikeli ve
olağanüstü bir yaratık olarak görmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin bu konuda
şöyle yazmıştır: ‘Eğer Başkurt bir yılanı öldürmüşse, o ne kadar acele
edip, nereye gidecekse de, attan inmeden yılanın başını sopayla toprağa
gömmeye çalışmıştır.’ Yılanın tekrar dirilmememsi için yılanın başının
toprağa gömülmesi gerekirmiş. Çünkü Başkurt düşüncelerine göre,
öldürülen yılanın yanına arkadaşları gelip, bir otun kökünü onun
yaralarına koyup diriltirmiş.” (Rudenko 2001: 377). Ayrıca Başkurtlar at
teri kokusu sinen kamçının yılanın öldürülmesinde etkili olduğunu
düşünmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin’in örnek olarak sunduğu bir Başkurt
efsanesine göre, bir Başkurt yılan dağında (Ural’da Yılan Dağı) yaşayan
büyük bir yılanı, ancak at teriyle ıslatılan kılıcıyla öldürebilmiştir.”
(Rudenko 2001: 378). Eski Başkurt inançlarına göre, yılan 100 yaşına
geldiğinde ejderhaya dönüşürmüş. Rivayetlerde ejderha onlarca sajen
uzunluğunda olan ve göllerde, bazen kuyularda barınan bir yılan olarak
betimlenmektedir. Ejderha, göle su içmek için gelen hayvanları, bilhassa
kuzuları yermiş. Ejderha 500–1000 yaşına geldiğinde Yuxa’ya (Yuha)
dönüşürmüş. Yuxa, genç kızları yermiş; bir de Yuxa kılıktan kılığa
girermiş, o kâh insan, kâh hayvan oluverirmiş. Başkurt rivayetlerine
göre, Tanrı ejderhanın Yuxa’ya dönüşmesine izin vermezmiş, ejder Yuxa
yaşına gelmeden bulutlar tarafından alıp Kuzey Buz Denizi’nin ötesindeki
Kafdağı’na götürürmüş. Konuyla ilgili birçok hikâyenin bulunduğunu
söylemek mümkündür. Örneğin, “Hava açık olduğu halde gök gürültüsü ve
şimşek çakarak küçük bir bulut göle yanaşmış; bulutun dokunmasıyla göl
suyu köpürmeye başlamış; gölden kımız kasesine benzer büyük gözleri
yuvasından fırlayan korkunç bir ejder başı çıkmış; ejderin başını
kucağına alan bulut yükselince ejderin gövdesi de su yüzüne çıkmış,
görünüşe göre ejderin gövdesi parlağa çalan benekliymiş; nihayet yaba
gibi kuyruğu da sudan çıkarılıp uzaklara götürülmüşmüş. Ejder uzanmaya,
eğrilmeye, her yöne kuyruğunu sallamaya başlamış, yerde sürünmüş kuyruğu
sapan izi şeklinde iz bırakıyormuş. Ejder kâh inilti, kâh ıslık
çalarak, kâh kuyruğunu yumak yapıp, kâh kendini öfkeyle iki yana vurarak
var gücüyle kurtulmaya çalışmış; fakat bir doğaüstü kuvvet ejderin
başını tüm kıskaçlardan daha sağlam tutmuş ki, ejder başını kımıldatmaya
bile olanak bulamamışmış. Böylece kurtulamayan ejder yavaş yavaş
uzaklaşırken, güneş ışığı altında onun gövdesi daha da kırmızı, açık
altın sarısı rengini alırmış.” (Rudenko 2001: 378–379). Başkurt
Türklerinde yılan, ejder ile ilgili hikâye, rivayetlere sık
rastlanmasının nedeni Ural bölgesinin yüksek dağlar ve gür ormanlarla
örtülü doğasındandır. Bölgeyi yılanların mesken edinmesinden ileri gelen
Ural’daki “Yılan Dağı”nın adı bunun bir örneğidir. Soğuk ve sevimsiz
olan yılanlar insanları ürkütmüş ki, yılanlar efsanelere konu olmuştur.
Ayrıca halk arasında yılanlarla ilgili atasözleri ve deyimler de oldukça
yaygındır. Örneğin, hain, sevimsiz ve soğuk olan kimselere “yılan gibi”
benzetmesi kullanılır. Yılan ve ejderler hikâyelerde de insanlara
kötülük yapan bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. Hikâyelere konu olan
yılanlar kılık değiştirme özelliğine sahiptir. Bu rivayetlerden birisi
de Han’la evlenen bir ejderha ile ilgilidir: “Bir han, kendine göl
kıyısında rastladığı bir güzel kızla evlenmiş, sonra bu kızın ejderha
olduğu ortaya çıkmışmış. Han avda ve diğer bütün işlerindeki
başarılarını kaybetmiş. O kendi eşini sınamak için, yakınlarının
tavsiyesiyle eşine tuzlu et yedirip su vermemiş, gece yarısı hanın eşi
kuyruğunu hanın göğsünde bırakıp, başını hanın evinden 150 metre
uzaklıkta olan göle uzatmış, gölden su içmiş. Böylece eşinin ejderha
olduğunu öğrenen han, eşini demir bir evde yakmış, ejderhanın külleri
hala göz hastalıklarında şifalı ilaç olarak kullanılıyormuş. Diğer
hikâyeye göre, çok güzel bir kız kılığına giren yuxa, han ile evlenmiş,
fakat göbeğinin bulunmayışından onun yuxa olduğunu öğrenen han, onu
yakmıştır.” (Rudenko 2001: 379).
Başkurt Türkleri, eski zamanlarda gökcisimleri ve doğa olayları dışında
var olan her şeyin canlı olduğunu sanmışlardır. İbni Fadlan’ın da
yazdığı gibi Başkurtlar her şeyin kendi ilâhı olduğuna inanmışlardır.
Dağ ilâhı, mağara ilâhı, ev ilâhı, orman ilâhı, su ilâhı bunlardan
bazılarıdır. Bununla ilgili Başkurtlar bazı dağ ve mağaraları kutsal
saymışlardır. S.İ.Rudenko, Güney Ural’daki Masim Dağ’ında (Masim Tau)
dağ tepesine çıkan insanlara rastladığını ve bu insanların “dağ ilâhı”na
bağışlanan hayratları gördüğünü yazmış ve sözlerine şöyle devam
etmiştir: “Hayratlar çoğu zaman ya bakır paralar, kadın
göğüslüklerindeki kalay ve gümüş süsler veya son olarak ağaca, kayalar
arasına sokulan değneğe bağlanmış kumaş parçalarıydı (séprek). Göç
yelerinin yanı başında bulunan Kırktı sıradağları, Ural sıradağlarının
tepesinde ben, baştan başa kumaş parçası bağlanıp örtünmüş fidanlara
rastladım. Diğer uruk ve köye kocaya varan kadınlardan biri göç
yerlerine konuk olarak geldiğinde veya yeni evli kadını uğurlarken, göç
yerine en yakın olan dağın-ormanın açık yerinde oyunlar, danslar
yapılmıştır. Giderken onlar fidana (akağaç fidanına) kumaş parçası
bağlamışlar. Onların söylediklerine göre, genç kızlar kumaşı fal açma
gerekçesiyle bağlamışlar; eğer kumaş parçası gelecek yaza kadar asılı
kalacaksa, o kız gelecek yıl evlenecekmiş. Kadınlar ise sadece anne baba
dağını ziyaret hatırası için kumaş parçası bağlamışlardır. Bu bez
parçalarının bağlanması ve yukarıda görülen hayratlar dağa tapmanın
kalıntıları denilebilir. Dağın ruhuna yani onun ilâhına saygı
gösterilmiş, nezirler yerine getirilmiştir. Aksi halde dağ ruhu intikam
alacakmış.”
(Rudenko 2001: 380). Söz konusu olan ağaçlara bez parçası bağlama yalnız
Başkurt Türklerine özgü değildir, diğer Türk boylarında da mevcuttur.
Bu tür dilek ağaçlarını günümüzde de görmek mümkündür.
Başkurt Türkleri, şeytanların çocuklarını çaldığına inanmışlardır.
Şeytanlar, çocuğun yerine öcü koyarlarmış. Şeytanlara karşı tedbir
olarak Başkurtlar beşiğin başucuna çocuğun yünle yuvarlanmış oğulcuk
saçlarını, ayı dişini veya ayı tırnağını, deri veya kumaşa dikilmiş
Kuran’dan ayetler ve dualar yazılı muska (bétéü) takmışlardır. Başkurt
Türkleri, hastalıkların canlı bir yaratık olduğuna inanmışlardır.
Hastalık, bazen insan, bazen hayvan, bazen kuş kılığında olurmuş.
Örneğin, “Kuzey batı Başkurtlarının hikâyelerinde, sıtma hastalığını
başında vaşak şapkalı insan kılığında; genelde hastalıkları hayvan
kılığında, çoğu zaman saksağan kılığında algılamışlardır. Bazı
hastalıklar insanın içine yerleşirmiş.” (Rudenko 2001: 390–391). Başkurt
Türklerinin hastalıkları tedavi yöntemleri de oldukça değişik ve
ilginçtir. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak amacıyla Başkurtlar,
çocuklarının boynuna beşiklerde olduğu gibi muska, ayı tırnağı ve ayı
dişi takmışlardır. Başkurtlarda, hastalığı gönderen şeytanın veya insan
kılığına giren hastalığın merhametine dayanan tedavi yöntemleri de
oldukça yaygındır. Hastaları otçu, üfürükçüler tedavi etmiştir. Otçular,
hastalığın bulaştığı yeri tespit edip hastalığa yarma, et veya yemek
götürüp bırakmışlardır. Şeytanı öfkelendirmekten, hastalığı kendine
bulaştırmaktan korktuklarından yemek dolusu çanaklara kimse
dokunmamıştır. Rudenko, hastalık ile ilgili araştırmalarından birisi de
şöyledir: “Küçük 4–5 yaşındaki çocuğun, kırdan veya ormandan evine
ağlaya ağlaya koşarak geldiği, sonra ise hastalandığı görülmüştür. İşte o
zaman çocuğun annesi çocuğun gömleğini çıkartmış ve bu gömleği ‘onu
bırak, onunla oynama’ diyerek çocuğun etrafında birkaç kez gezdirmiş,
sonra bu gömleği bir yol kavşağına bırakmıştır. Hastalığın kendine
bulaşması korkusuyla böyle gömleğe kimse dokunmamıştır,” (Rudenko 2001:
392). Başkurt Türklerine göre, hastalık pisliğin atıldığı “kötü” yerde
yaşarmış. Üfürükçüler, hastayı tedavi etmek için hastalığın barındığı
yere yumurta, iğne, giysi bırakmış ve kimseyle konuşmadan başka bir
yolla dönmüştür. Sıtma hastalığı Başkurtlar tarafından bir yaratık
olarak algılanmış ve bu hastalığın tedavisi de farklı olmuştur: “Hasta
aç kalarak veya birkaç gün bir şey yemeden, içinde lapa veya herhangi
bir yiyecek bulunan çanağı alıp kıra veya nehrin ötesine gitmiş; burada
sıtma hastalığı yesin diye, çanağın ağzını açıp bırakmış, hasta doğru
evine kaçmış. Sıtmaya tekrar yakalanmamak ve izini kaybettirmek için
hasta ırmağı yürüyerek geçmiş. Eğer hasta nehri geçit yerinden, köprüden
geçmişse, sıtma yeniden kendisini bulmasın diye, herhangi bir yere
koşmuş ve üç gün kendi evine dönmemiş. Yer yer sıtmayı ürkütüp kaçırmak
için hastayı yıldırım düşen ağacın dumanı ile tütsülemişler.” (Rudenko
2001: 392). Sıtma hastalığından söz açılmışken, bu hastalığın XX.
yüzyıl başlarında da Şamanlar tarafından tedavi edildiğini Zeki Velidi
Toğan’dan öğreniyoruz. Toğan, milli mücadele yıllarında Buhara’da
sıtmaya yakalandığını ve nasıl tedavi edildiğini “Hatıralar” adlı
kitabında şöyle kaleme almıştır: “Burada ben müthiş bir sıtmaya
tutulmuştum. Bu bende Buhara’dan beri vardı. Hükümet azasından
Abdülhamit Arifov kinin getirmişti. O da kulaklarıma kötü tesir
ediyordu. Bir gün dediler ki: ‘Yakında Aq-car ismindeki köyde çok
tecrübeli bir bakhşı, yani Şaman var. Ona tedavi ettirelim.’ Ben de
çarnaçar razı oldum. Bakhşıya haber verdiler. Köyüne gittik. Meğerki
bunlar Qarlıqlardanmış. O bir gün hazırlığını görecekmiş. İkinci günü
akşam gittik. Bir Özbek çadırı içinde büyük bir ateş yakılmıştı. Kapkara
sakallı 40 yaşlarında görünen sağlam yapılı bakhşı normal bir insan
sıfatıyla çay içip konuştuktan sonra arkadaşlarıyla bir daire yaptı.
Elinde düngur denilen davulu çalarak Şamanî şarkılarını söyleyerek
dönmeye başladı. Başkaları da dönüyorlardı. Bu merasim uzun sürünce
bakhşı bana geldi. ‘Sen bize inanmıyorsun, ruhlar gelmiyor. Okumayı
tatil edelim,’ dedi. Ben de, ‘Aman tatil etme, ben inanırım,’ dedim.
Yine bir müddet döndüler. Çaldılar, şarkı söylediler. Nihayet bunlardan
biri vecde geldi. Ağızlarından beyaz köpükler çıktı ve kendisini
kaybetti. Onu bir kenara çıkarıp yatırdılar. Böylece birkaç kişi vecde
geldikten sonra nihayet bakhşının kendisi de vecde geldi. Orada hazır
bir demir kürek vardı. Onu yanan ateşe koymuşlardı. Bir ağaç sap sokarak
bakhşı küreği kaldırdı. Ağaç saplar yanmaya başladı. Ağzına su alıp
küreğe püskürdü. Ateşten sıçrayan su tanecikleri yüzüme geliyor ve beni
yakıyordu. ‘Korkma, korkma, iyidir,’ dediler. Nihayet o bakhşı ateşte
yanan bu demir küreği dişleriyle ağzına aldı. Birkaç defa etrafımda bu
şekilde dolaştı, tekrar ateşe attı. Bu arada bakhşıya her taraftan
sualler soruluyordu. Benim iyi olacağımı söyledi. Emirin muvaffak olup
olmayacağını sordular. Ona müspet cevap vermedi. Daha bazı siyasî
sualler sordular. Nihayet o kendine geldi. Bana da ‘Artık iyileşeceksin,
ilâç filân almayın,’ dedi. Ağzına yanmış küreği aldığı halde siyah
bıyıkları yanmamıştı. Ateşin sahte olmadığını da sıçrayıp yüzüme kadar
gelen su damlacıklarından biliyorum. İşte bu suretle hayatımda ilk defa
olarak hakiki bir Şaman ayinini görmüş oldum. Gerçi küçüklüğümde de
böyle bir hastalığımı bizde “bağuçı” denilen bakhşı tedavi etmişti.
Fakat o ayin yapmamıştı ve böyle kerametler de göstermemişti. Bundan
sonra kinin almadım ve sıtmayı hissetmedim. Bu zat dolandırıcı olmayıp
hakiki bakhşı sayılıyormuş. Hiçbir ücret veyahut hediye kabul etmedi.”
(Togan 1999: 342–343). Zeki Velidi Togan’ın da anılarından görüldüğü
üzere eskiden Başkurt Türkleri arasında bulunan ‘bağuçı’ XX. yüzyıl
başlarında Özbekler arasında ‘bakhşı’ adıyla tedavilerine devam
etmiştir. Başkurt Türklerinden olan Togan’ın gençlik yıllarında zatürree
hastalığına yakalanması ile ilgili bir anısını burada paylaşmak
yerindedir: “Nügüş nehrinde çırağ ile ve çatalla yapılan gece balık
avcılığında kendimi fena halde üşüttüm. Zatürree olmasın diye korkuldu,
yaylayı bırakıp bir arabada yastıklar üzerinde köye döndüm. Bir ay belki
de daha fazla hasta yattım. Babam bir Müslüman âlimi olduğu hâlde,
annemin Ayneddin isminde bir ‘bağuçı (yani baqşı, Şaman)’yı çağırarak o
usulde tedavi ettirmesine müsamaha gösterdi.” (Togan 1999: 57). Zeki
Velidi’nin bu anısı XX. yüzyıl başında Ural bölgesi Başkurtları arasında
hem Müslümanlık, hem de Şamanlığın bir arada hoşgörü içinde varlığını
sürdürdüğünün bir örneğidir.
Başkurt Türkleri arasında yaygın olan diğer tedavi yöntemi ise kurban
verme şeklindedir. Kurban olarak genelde horoz veya kaz kullanılmıştır.
Ural bölgesinin birçok yerinde, bilhassa Kara-Kıpçak Başkurtlarda sık
rastlanan bu tedavi şu şekilde uygulanmıştır: otçu kumaştan erkek ve
kadın olmak üzere iki tane kukla yapmış ve bu kuklaları bir kovanın
içine yerleştirmiştir. Kovaya biraz ekmek ve lapa konulmuştur. Otçu
canlı horozu alıp hastanın etrafında dönerek üfleyip hastalığı
kovmuştur. Bu işlemleri sırasında otçu tek başına hastalıkla başa
çıkamadığından ona bir delikanlı yardım etmiştir. Daha sonra horoz
kesilip kuklaların bulunduğu kovaya yerleştirilmiş ve otçu önceden hazır
bulunan ata binerek hastalık bulunan bu kovayı evden 3 kilometre
uzaklıktaki bir yere bırakmış ve kendisi başka bir yolu takip ederek eve
dönmüştür. Otçular dışında hastalık tedavisi ile üfürükçüler ve
mollalar da uğraşmıştır. Üfürükçü ve mollaların tedavi yöntemlerinde pek
bir fark olmamıştır. Üfürükçüler genelde hastalığı korkutarak çıkarma
yöntemini kullanmışlarsa, mollalar daha çok Kuran okuma ve kurban kesme
yoluyla hastalığı tedavi etmiştir. Kurban olarak genelde koyun kesilmiş,
kurbanlık hayvanın derisini molla almış, etini hazır bulunanlar
yemiştir. Başkurt Türklerinin kurban kesme geleneğine değinen Rudenko ek
olarak şunları yazmıştır: “Başkurtlar sadece hasta için değil, şeriatın
emri gereği Kurban Bayramı’nda da çok kurban kesmişlerdir. Başkurtlar
bunun dışında putperestlik temeline dayanan kurban kesmeyi de çok
yapmışlardır. İ.G.Géorgi’nin anlattığına göre, Başkurtlar ‘herhangi bir
bayramda kurban keserler, haşlanmış eti güneş karşısına konulan alet
(kaştak) üzerine yerleştirirler. İşte bu sırada ibadet ve başka şeyler
yaparlar. Onların yaptıklarının hepsi Şamanlarınki gibiydi’. Perm
Başkurtları hakkında N.S.Popov şöyle yazmıştır: ‘Onların törenlerinde
putperestliğe ve Şamanlığa benzer bir şeyler ayırt ediliyor’. Ben kendim
şöyle bir olaya tanık olmuştum: Şeytan Kudéy bölgesindeki Başkurtlar,
Allah yağmur yağdırsın diye, kırda deve kesmişlerdi. Bu kurban kesme
mollanın huzurunda yapılmıştı. Télek (dilek) olarak bilinen benzeri
kurban kesmeler Başkurdistan’ın başka yerlerinde de, Tabın ve
Yurmatınlarda da görülmüştür.” (Rudenko 2001: 395–396). Söz konusu olan
yağmur duasına çıkmak Türk boyları arasında bugün de gözlemlenmektedir.
Başkurt Türkleri, belli kimselerde bulunduğuna inanılan, insanlara,
özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala mülke, hatta cansız
nesnelere de zarar veren nazara karşı da çeşitli korunma yöntemleri
geliştirmiştir. Çocukların giysilerine beyaz kaz tüyü, sedef düğmeleri
takan Başkurtlar, kötü gözün bu nesneler üzerine düşerek gücünü
kaybettiğine inanmışlardır. “At nazardan mürt olmuş”, “ağaç nazardan
kurumuş” şeklindeki tabirler Başkurtların hayvan ve ağaçları da nazardan
koruma yollarını aramaya yönlendirmiştir. Örneğin, atların kuyruğuna
veya yelesine parlak kumaş bağlama, arı kovanlarının alt kısmını parlak
renkli boyalarla boyama, arı kovanına kumaş parçası bağlama bunlardan
bazılarıdır. Başkurtların, Şamanlığa bağlı olarak insan yaşamına karışan
doğaüstü güçleri kontrol edebildiklerini göstermek için oldukça çaba
harcadıklarını görmek mümkündür. Av başarısız gibi göründüğünde, av
hayvanlarını bulmak, kötü ruhları uzaklaştırmak, havaların iyi gitmesini
sağlamak, hastalıkları çeşitli yollarla iyileştirmek bunların arasında
yer almaktadır.
Başkurt Halk Edebiyatı oldukça çeşitli ve zengindir. Başkurt Türklerinin
folkloru değişik türlerde kendini kanıtlamıştır. Bunlar arasında
destanlar, masallar, türküler, değimler ve atasözleri bulunmaktadır.
Başkurt Halk Edebiyatı’nda destanların ayrı bir yeri vardır. Ural Batır,
Akbuzat, Alpamşa, Küsek Bey, Kara Yurğa, Buzyiğit, Omorzak Batır ilk
akla gelenlerdendir. Başkurt destanlarını, kahramanlık destanları ve
sosyal hayatla ilgili destanlar olarak iki ana gruba ayırmak mümkündür.
Kahramanlık destanlarının büyük çoğunluğu mitolojik içerikli olup,
destan kahramanları tarih sınırlarının dışına çıkmıştır. Destan
kahramanlarının düşmanları da efsanevi yaratıklardır. Bu destanlarda
insanların doğa kuvvetleriyle mücadelesi ve onları yenmesi
anlatılmıştır. Ejderha, yuxa, peri, şeytanlar düşman yaratıklar olarak
karşımıza çıkarlar. Fakat bunlara karşı at, kartal gibi kahramanların
sadık dostları bulunmaktadır. Kahramanın dostları doğaüstü niteliklere
sahiptir, örneğin at uçma, kartal insan gibi konuşma özelliğini
taşımaktadır. Ayrıca destan kahramanlarının sihirli nesneleri
bulunmaktadır. Savaşırken görünmez kılan sihirli şapka, kendi hareket
eden kılıç, abıhayat, belaya uğradığında ucundan kan, başarı
kazandığında süt akan kuray bunlardan bazılarıdır. İkinci grupta yer
alan destanlar ise sosyal içerikli mesajlar vermektedir. Destan
kahramanları, adaletsizliğe, cebir ve zulme karşı savaşırlar. Ayrıca
kahramanlar, vatana canı gönülden bağlılık, yiğitlik, mertlik, dürüstlük
gibi yüksek ahlaki değerlere sahiptir. Toplumun mutluluğu için savaşım
veren bu kahramanlar yalanları ortaya çıkarmaktadır. Akhak Kola, Kara
Yurğa, Kunır Buğa, Zoyetülek Menen Hıvhılıv sosyal hayat ile ilgili
destan grubuna giren destanlardan bazılarıdır.
Başkurt Türklerinin destanlarını kuşaktan kuşağa aktaran kişiler
sesenlerdir. Ozanlar gibi sesenler de halkın içtimaî, siyasî hayatında
önemli rol oynamıştır. Çok eskiden beri Başkurt Türklerinin hayatında
olan sesenlerin nüfuzu şu şekilde dile getirilmiştir: “Halkı düşmana
karşı örgütleyip, savaşa çağırırlar. Uruklar arasındaki her türlü
problemi çözen, aradaki dostluğu ve kardeşliği pekiştiren sesendir.
Halkın bilicisidir; her müşkülü çözer, ona danışılmadan hiçbir şey
yapılmaz; onun sözünden çıkılmaz; o gelmeden meclis, düğün, eğlence
kurulmaz, başlamaz; halkı iyiliğe, dostluğa çağırır; alkışladığını
yüceltir, beddua ettiğini batırır.” (Başkurt Halk Destanı 1996: 7).
Çok eski dönemlerde yaşamış olan sesenler ile ilgili pek fazla bilgi
olmamakla birlikte, adı bilinen ilk sesen Habrav’tır. Kazaklarda Sıpıra,
Karakalpaklarda Sıpra, Kırım Tatar Türklerinde Supura, Nogay
Türklerinde Yıprav adıyla bilinen Habrav, tüm Türk boylarının ortak
ozanıdır. Habrav’dan sonra diğer Türk boyların Cirenşe adıyla bilinen
sesen Yerinse’dir. Bu iki sesenin de hayatları ile ilgili efsaneler
dışında bilgi bulunmamaktadır ki, nerede ve ne zaman yaşadıkları
bilinmemektedir. Efsanevi bilgilerden XVI. yüzyılın ortalarında yaşamış
ve Ming uruğu seseni olduğu bilinen Kobağos’tur. Kobağos sesenden sonra,
“Karas Menen Akşa”, “Karas Menen Karahakal” adlı hikâyelere hayatı konu
olan ve XVIII. yüzyılda yaşayan Karas sesendir. XIII. yüzyılda yaşayan
sesenlerden birisi de Mahmut sesendir. Efsanelere göre, Mahmut sesen
Uçalı ilçesinin Avişkül ve Yavgül yaylalarında yaşamıştır. Mahmut
sesenin aynı zamanda çok iyi bir çalgıcı olduğu bilinmektedir. Bundan
sonra gelecek olan sesenlerin büyük çoğunluğu Başkurt milli çalgısı olan
‘kuray’ı çalmışlar ve sesen olmanın yanı sıra kuraysı olarak da
anılmışlardır.
XVIII. yüzyılın en ünlü seseni Bayık’tır. Bayık sesenin ünü İdil-Ural
bölgesi sınırlarını aşarak Türkistan’a kadar ulaşmıştır. Bayık sesen
Türk boyları sesenleri ile yaptığı atışmalar, bilhassa Kazak Türklerinin
tanınmış seseni Cıravı Bukar’la yaptığı atışma belleklerde iz
bırakmıştır. XVIII. yüzyıl sonlarında Tilev vilayetinin Yangı Balapan
köyünde yaşayan İşmöhemmet Mırzakayev (1781–1878) döneminin ünlü
sesenlerindendir. XX. yüzyıl başlarında Baymak ilçesinde yaşayan ve
İşmöhemmet Mırzakayev’in çıragı olan Ğabit sesen, aynı zamanda
Türkiye’de de bilinen ‘Ural Batır’ destanının derleyicisidir. XX. yüzyıl
başlarında yaşayan sesenler arasında Başkurtdistan’ın Baymak ilçesinden
Gabit ve Hamit, Böryen ilçesinden Sabiryen Möhemmetkolov, Tahir ve
Hayrulla İşmurzin gibi sesenlerin adları öne çıkan isimlerdendir.
Destanlar başta olmak üzere halk edebiyatının büyük kısmı sesenlerin
sayesinde dilden dile dolaşarak bugünlere ulaşmıştır. Başkurt
Türklerinin en önemli ve Türk Dünyası’nda tanınan destanlarından birisi
“Ural Batır” destanıdır. “Ural Batır”, Başkurtların inançlarından ileri
gelen mitolojik olaylardan oluşan ve iyilikle kötülük, yaşamla ölüm
arasındaki mücadeleyi konu edinen bir destandır. Destan üç kuşağın hayat
hikâyesidir. Yenbirzi (Can Verdi) atayla Yenbike (Can Ana) ananın
oğulları Şülgen ve Ural’dır. Şülgen’le Ayhılıv’ın oğlu Hakmar, Ural’la
Katil Padişah’ın kızının oğlu Yayık, Ural’la Gölöstan’ın oğlu Nöğöş ve
Ural’ın Humay’dan doğan oğlu İzil (İdil). Yaşamla ölüm arasındaki bu
savaşımı babalarından oğulları devir almış ve devam ettirmiştir.
Günümüzde Başkurdistan topraklarındaki dağ, nehir, mağara adları destan
kahramanlarının adını taşımaktadır. “Ural Batır” destanına göre, destan
kahramanı Ural dağlara gömülmüş ve bu dağ günümüzde Ural sıradağıdır.
Ural yolu – yüksek dağ,
Ural kabri – şanlı dağ-
“Ural” olup kalmış, de. (Başkurt Halk Destanı 1996: 337).
Şülgen ise, Şülgen Gölü ve Şülgen-Taş Mağarası’na adını yazdırmıştır.
Ural ve Şülgen’in oğulları Yayık, Nöğöş, Hakmar ve İzil ırmağa dönüşmüş
ve bugün de bu nehirler onların adını taşımaktadır.
Dört ırmağı boylatıp,
Yuva kurup çoğalıp,
Ayrı dünya kurmuşlar.
Dört bahadırın ismi,
Dört ırmağa ad olmuş,
Unutulmaz şahsiyet olup,
Nesilden nesle kalmışlar. (Başkurt Halk Destanı 1996: 351).
Başkurt Türklerinin Milli Kahramanı Yulay Oğlu Salavat
Başkurt Türklerinin kahramanlık destanları içinde tarihi kahramanlar
ile ilgili destanlar da bulunmaktadır. XVIII. yüzyılda İdil-Ural
bölgesinde Çarlık Rusyası’na karşı patlak veren isyanlarda Başkurt
Türklerinden çıkan liderler arasında Yulay oğlu Salavat’ın (Salavat
Yulayev) adı türkü ve destanlara ilham kaynağı olmuştur. Tarihte,
Pugaçev İsyanı olarak adlandırılan bu isyana katılan ve Pugaşev’in
yakalanmasından sonra isyanı yöneten Başkurt Türklerinin milli
kahramanı Yulay oğlu Salavat (16.06.1752 – 08.10.1800) kimdir? Konuyla
ilgili Zeki Velidi Toğan’ın “Başkurtların Tarihi” kitabının ‘Yulay ve
Salavat’ başlıklı kısmına başvuralım: “Yayık Kozakları arasında Çar’a
karşı başkaldıran Pugaçev’un hareketi 1773–1774 senelerinde cereyan
etti. Ruslar Başkurdistan’da bu son 20 sene zarfında kendi maden işletme
fabrika şebekelerini çoğaltmak hususunda çok ehemmiyet verdiler. Bu
münasebetle birçok yerde toprak gaspı ve zaptı vaki oldu. Bundan en çok
mutazarrır olanlar Ufa’ya yakın Küdey, Tabın uruğu Başkurtları idi.
Yayık havzasında Kozaklar isyan edince Başkurtlar bu harekete katılmak
fırsatını hiç kaçırmadılar. Bu işe Küdey uruğunun Şaytan-Küdey aymağının
beyi Yulay önayak oldu. Bu zat yalnız kendi uruğunda değil, tekmil
merkezi Başkurt ilinde muteber bir şahsiyetti. Onun 20 yaşındaki oğlu
Salavat ise Rus ordusunun Başkurt alaylarından birinde subay idi.
Kahramanlık ve yiğitliği ile etraf kabileler arasında meşhurdu. Aynı
zamanda irticalen şarkı söyleyen ve iyi kaval (koray) çalan musikişinas
idi, Pugaçev isyanı Başkurtlara da sirayet etmeye başladığı vakit
Ufa’daki Rus kumandanı Salavat’ı bir Başkurt kalesine kumandan tayin
ederek Pugaçev’a karşı göndermişti. Fakat Salavat Orenburg yanında Berdi
ismindeki köye gelerek Pugaçev’a iltihak etti.
Salavat daha burada iken muhtelif Başkurt ulus beylerine mektuplar
göndererek kıyam haberini bildirdi. 1774 Nisan’ında Salavat 2000 kadar
askeriyle Ufa’dan kuzeye doğru hareket ederek general Mixelson’un
idaresindeki Rus askerlerini mağlup edip Usa kalesini zapt etti. Bundan
sonra Başkurdistan’daki Rus memurları şehirlere kaçtılar ya da
öldürüldüler. Birçok yerdeki istihkâmlar yıkıldı. 1775’te Pugaçev
yakalanıp Moskova’da asıldıktan sonra da Salavat faaliyette bulundu.
Fakat Ruslar onu muhtelif mıntıkalarda mağlup etmeye muvaffak oldular.
Nihayet ansızın yapılan bir baskın esnasında Salavat çarpışa çarpışa
esir edildi. Kendisi ve babası Moskova’ya gönderildiler. Orada istintak
tamamlandıktan sonra geri Orenburg’a gönderildiler. Rus hükümeti bu iki
Başkurt sergerdesini, yağma ve talan ettikleri, yahut garnizonlarını
imha ettikleri Rus fabrika ve kasabalarına getirerek her birine dayak
cezası verdikten sonra idam etmek kararını verdi. İhtiyar Yulay’a Simsky
maden fabrikası yanında 40, Qatay-İvanovsk maden fabrikasında 45,
Ust-Qatav fabrikası yanında 45, Orlovka Rus köyünde 45 ceman 175 kamçı;
Salavat’a ise Simsky yanında 25, kendi köyleri olan Yulay köyü yanında
25, Krasno-Ufimsk şehrinde 25, Kongur’da 25, Usa’da 25 olmak üzere ceman
125 kamçı cezası verildi. Sonra Yulay Ağa’ya Orlovka Rus köyünde,
Salavat’a da Yeldek köyünde vücutlarına kızgın dövme ile damga
bastırıldı ve burunları delinerek 21 Eylül 1777’de Ufa’ya getirildiler.
Bu zatlar buradan tekrar Moskova’ya, oradan da Petersburg’a gönderilerek
Baltık sahilinde Rogervik kalesine hapsedildiler ve her ikisi de ceza
çeke çeke öldüler.
Salavat Başkurtlarca çok sevilen bir kahramandır. Kendisi hakkında
musiki neşidesi ve destan vardır. Salavat’ın musikî havasını Rybakov ve
Jansky, destanın bir kısmını da İgnatyev neşretmişlerdir. Salavat’ın
hayatı yeni Başkurt edebiyatında tiyatro eserlerine mevzu olmuştur.
Bunlardan birini Fethülkadir Süleyman (Abdülkadir İnan) yazmıştır ki
1922’de basılmıştır. Rusçalarından biri de, Stepan Zlobin’in Salavat
Yulay ismiyle 1953’te neşrettiği romandır.” (Togan 2003: 100–101). Genç
yaşına rağmen halkın itibarını kazanan Salavat Yulayev, Rus kumandanın
emrine uymadan milletinin yanında yer alarak göz göre göre kendi ölüm
fermanını imzalamıştır. Onun bu cesareti Başkurt Türklerinin anılarında
bugün de yaşamakta ve destan, şarkı, roman, şiirlerde yaşatılmaktadır.
Ayrıca Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da Salavat’ın büyük bir heykeli
bulunmaktadır. Sağ elindeki kamçısını havaya kaldırmış vaziyetteki at
üzerindeki Salavat’ın heykeli cesaretin, yiğitliğin ve umudun bir
simgesidir. Rudenko, Başkurt kahramanları ve Salavat Yulayev ile ilgili
şu satırları yazmıştır: “20.yüzyıl başlarında Başkurtlar hemen hemen her
yerde artık eski esin kaynağını ve savaş lideri olan kahramanlarını
unutmuşlardır. Ancak bu kahramanların en sonuncusu olan Salavat
Yulayev’i daha iyi hatırlamışlar ve ona atfedilen kobayırları hep
söylemişlerdir. Salavat’ın ulusal kurtuluş savaşına candan bağlılığı,
yiğitliği, sıkça onu masal kahramanı haline getirip yüceltmiştir.
Salavat’a, gücü ve kahramanlığı ile ancak masal kahramanlarının
karşılaştırılabileceği epik kahraman özelliği yakıştırılmıştır.
Sesen, Salavat’ın kahramanlığını anlatırken, kahramanın lirik
duygularını ve heyecanını belirtmek gerektiğinde ‘burada Salavat bir
şarkı okumaya başladı’ sözlerinden sonra, bu kahraman için yazılan
şarkısını söylemiştir.” (Rudenko 2001: 366). Salavat Yulayev’in
fedakarlığı ve kahramanlığı ölçü bulunamayacak ve tarih sayfasından
silinemeyecek kadar büyüktür.
Sonuç
Köklü bir geçmişi olan Başkurt Türklerinin tarihlerinin,
inançlarının, yaşam tarzlarının, doğasının, eskiden gelen
alışkanlıklarının halk edebiyatında geniş yer bulmuştur. Başkurt
folkloru ile ilgili günümüze kadar yapılan araştırmaların sonucuna
bakarak Başkurt Halk Edebiyatı’nın çok özgün olduğunu söyleyebiliriz.
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın “Milletleri millet yapan tarihleri ve
kültürleridir. Tarihsiz bir millet, kişiliğini kaybetmiş bir bireye
benzer” şeklindeki sözlerini anımsayarak, Türk Dünyası’nın önemli bir
parçası olan Başkurt Türklerinin tarihlerine ve kültürlerine sıkı sıkıya
bağlı olduklarını görmek sevindirici bir olgudur. Çarlık Rusyası’na
karşı isyan bayrağını açan Salavat Yulayev, dünyaca tanınmış devlet
adamı, ünlü tarihçi ve Türkolog Ord. Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi
Togan’ın milleti olan Başkurt Türkleri bugün de geçmişten gelen
geleneklerini geleceğe taşımaya kararlıdır. Yazımı “Ural Batır”
destanının kahramanı Ural’ın ölüm öncesi söylediği vasiyet niteliği
taşıyan son sözleri ile bitirmek istiyorum:
İyilik olsun adınız,
İnsan olsun zatınız;
Yamana yol vermeyiniz,
İyiden uzaklaşmayınız! (Başkurt Halk Destanı 1996: 331).
Kaynakça:
Axis 2000, Ansiklopedik Sözlük, 3.Cilt, İstanbul 2000.
Başkurt Halk Destanı, Ural Batır, Çev. Yard. Doç. Dr. Metin Ergun, Gaynislam İbrahimov, Ankara 1996.
Drury, Nevill, Şamanizm, İstanbul 1996.
Kaşgarlı, Mahmut, Divanü Lûgat-İt-Türk, I.Cilt, cev. Besim Atalay, Ankara 1985.
Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti, İstanbul 1998.
Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkirı: İstoriko-Etnografiçeskiye Oçerki
(Başkurtlar: Tarihi- Etnografya Araştırmaları, Moskova-Leningrad 1955.
Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkurtlar, Çev. Roza Kurban, İklil Kurban, Konya 2001.
Togan, Zeki, Velidi, Başkurtların Tarihi, Ankara 2003.
Togan, Zeki, Velidi, Hatıralar, Ankara 1999.
Başkurt Halk Edebiyatı Külliyatı’nın satirik masallardan oluşan aradaki 11.cildi henüz yayımlanmamıştır.
Kuray, üflemeli milli Başkurt çalgısıdır.
Ural Batır Destanı, Yrd. Doç. Dr. Metin Ergun ve Gaynislâm İbrahimov
tarafından Başkurt Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktarılmış ve 1996
yılında Türksoy (Türk Kültür Sanat Ortak Yönetimi) tarafından
yayımlanmıştır.
Kobayır, Başkurt Türklerinin sözlü nazımlarının en eski türünden
birisidir. Kobayır, dörtlük türkülerden farklı olarak dizelerinin sayısı
24’e kadar varmıştır.
Başkurt Türkleri – Roza KURBAN
Kaynak : http://akademiye.org