Cumhuriyet’in ilanı
Lozan’n kabulü ve barışın sağlanması ile
geride Türk Devleti’nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin
ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.’nin varlığı ile egemenliğin
kayıtsız – şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet
sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde
bulunanların büyük kısmı Padişah’a dinsel ve geleneksel bağlarla
bağlıydılar. Padişah’ın işgal ettiği Saltanat – Hilafet makamı
yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de
Osmanoğullarından başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri
dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah’ta
toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin
özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini
değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları
sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah’tan ulusa geçişi, bir ilke
ve ülkü olarak Amasya Genelgesi’nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920′de
B.M.M.’nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine
oturmuştu.
Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus
egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha
başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa
Padişah’ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah’ı
hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve
Erzurum’da Mazhar Müfit’e not ettirdiği “Cumhuriyet” inancını “Ulusal
bir sır” olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde “Cumhuriyetçi” bir
düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola
gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında “Cumhuriyet” ilan edelim
önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı, Türk
Ulusu’nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye’nin siyasal yapısını
değiştirmenin ilk adımını Saltanat’ın kaldırılmasını sağlamakla attı.
Saltanat’ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı.
Meclis’te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa’nın kararlı ve sert
tutumu sonucu Saltanat’ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun
bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler
çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa’yı engellemeye çalıştılar.
2 Aralık 1922′de Meclis’e muhalif grup
tarafından bir öneri verildi. “İntihab-ı Mebusan Kanunu”nda değişiklik
yapılmasını isteyen önergede “Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilmek için
Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim
çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları” gerektiği
kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa’yı milletvekili
seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal
Paşa, doğum yerinin Türkiye’nin sınırları dışında kaldığını ve bir
yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı
savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını
hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen
kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin
bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.
29 Ekim 1933- Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Onuncu Yıl Nutku’nu okurken
Mustafa Kemal’in kamuoyu yoklaması yapmak
üzere 14 Ocak 1923′de Batı Anadolu’da bir geziye çıkmasını fırsat bilen
muhalif grup, O’nun Ankara’dan ayrıldığının ertesi günü “Hilafet-i
İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşür yayınladılar.
Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal’in Ankara’dan
ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana
fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük
ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet’in hükümet demek olduğu ve Hilafet’in
hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde
olmadığı esaslarına dayanıyor, “Halife Meclisin, Meclis Halife’nindir.”
sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife’ye verilmesini ve
Meclis’in aldığı kararların ve kanunların Halife’yi bağlamayacağı,
dolayısıyla Meclis’in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların
meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal’e ve O’nun
gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.
İzmit’e gelen M. Kemal, din ve hilafet
konusunda yaptığı açıklamada “Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife’nin
değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız
Ulusundur.” dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık,
kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını,
teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve
çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak’ta yaptığı toplantıda,
Hilafet’in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i
maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra “Devrimin
kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim
kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an
bile durmayacaktır” diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi
ilişki kurmak istediği için İzmit’te yaptığı basın toplantısında,
“Devrim” yapılacağını açıklarken, Meclis’te birliğin sağlanması için
“Müdafaa-ı Hukuk Gurubu”nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların
yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için
politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım’ın
ölüm haberi geldi. İzmir’de annesinin mezarı başında devrimci inancını
“Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus
borcu olsun” sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan’ın ilk
görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara’ya döndü. Meclis’te
gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey’in Topal Osman
tarafından öldürülüşü, M. Kemal’e saldırılara yol açtı. M. Kemal’i
kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı
gruplar, O’na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından
Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa’lar da yavaş, yavaş
yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri
getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının
kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923′te Konya’da
yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen
gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: “Eğer onlara
karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen
onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir
adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o
adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına
karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir
hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı
şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir… Sizlere bunun da üstünde
bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu
sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes
çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine
öldürürüm.”
Cumhuriyet’e doğru gidiş bu kararlı sözlerle
açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923′de dokuz ilkede
görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de
hazırladı.Savaş zamanının T.B.M.M.’nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple
Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan
önce Meclisten 15 Nisan’da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan
haini kabul eden bir kanun değişikliği ile “Hıyanet-i Vataniye
Kanunu”na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını
veren bir ek getirdi.
Yeni kurulacak Meclis’te kuvvetli bir kadro
oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünen M. Kemal’in bu
çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı.
Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal’in partiler üstü kalmasını,
politikaya karışmamasını, önererek, O’nu pasif duruma getirmek
istiyorlardı. Rauf Bey’in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu
ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı karşılamak
istemeyen Rauf Bey Başbakanlık’tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan
sonra Lozan’ı onayladı. Artık sorun Türkiye’nin rejiminin
belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923′de “Neue Treie Presse” adlı bir
Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920′de kurulan
sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip,
yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir
sorundu. Ankara 1920′den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli
durumu ortada idi. Meclis’te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim’de Ankara
başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanına bir
adım daha yaklaşılmıştı.
29 Ekim 1937 – Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan Celâl Bayar ile Cumhuriyet Bayramı törenine giderken
M. Kemal’e Cumhuriyet’in ilanına fırsat
veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey’e karşı
Meclis’te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, “Erkan-ı Harbiye Umumiye
Riyaseti Vekili Fevzi Paşa”nın dışında kabinenin istifasına karar verdi
ve 27 Ekim’de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan
Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden
seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım
Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul’da bulunuyorlar ve
temasları, Halife’ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara’da’ ise
kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine “Cumhuriyet İlanı” ile işi
kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya’da İsmet
Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve “Yarın Cumhuriyeti ilan
edeceğiz.” diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra
İsmet Paşa’yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda
gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat
10′da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan
olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:
- Türkiye Devleti’nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
- Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu) vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük
Millet Meclisi’nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45′de yaptığı
toplantıdan sonra 20.30′da “YAŞASIN CUMHURİYET” sesleri arasında
Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti’nin adı kondu. “TÜRKİYE
CUMHURİYETİ”. Hemen arkasından da Türk Ulusu’nun kurtarıcısı Gazi
M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen
Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis’e teşekkür
ettikten sonra “Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği
kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne
kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel
ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin
yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu
eserleriyle ispat edecektir… Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve
muzaffer olacaktır.” sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal
Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk
Başbakanı İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919′da Samsun’da başlayan yeni ve
bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı
başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nın
inanç ve başarısı nasıl Atatürk’ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine
O’nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. “Benim en
büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
SONUÇ : Bir
zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış
etkenlerin sonucunda 18. y.y.’dan itibaren hızlı bir çökuntüye girdi.
Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna
geldi. Rusya ve Avusturya’nın devamlı saldırıları sonunda savaşları
kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu
çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat
önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili
olamadı. III. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807′de gerici bir
ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.’da çöküntü büyük hızla sürerken,
Fransız Devrimi’nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik
akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da yaşayan Hristiyan
azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan
ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve
bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi
karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak
bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı’nda bu politika
sonucu Rusya’ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile
imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854′den sonra
başlayan dış borçlanma ile, 1881′de mali iflasa ve batının mali
denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun
kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar’ın çalışmaları 1876′da
Kanun-u Esasi’nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı
bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken,
Abdülhamid’in “İstibdatı” başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de
koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi.
Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya’ya yanaştı. Alman siyasi,
askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat
Demiryolu projesi bunu simgeledi.
20. y.y.’a girilirken Abdülhamid’e karşı
başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908′de II.
Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909′da iç
buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu
kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük
akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta
da Trablus ve Balkan Savaşları’nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya’nın
kaybı ile sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya
Savaşı’na Almanya yanında giren İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu.
Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu
Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü,
Avrupa’nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu’nun
dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş
içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı
İmparatorluğu’nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya’da
devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu’nun hakkında karar
verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu’yu
Yunanistan’a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor,
Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile
paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet,
kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik
içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri
arayanlar Padişah – Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan
mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki perişan ve
çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam
bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun’a geldi. O’nun
yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir’i işgal ediyorlardı. Padişah
ve Hukümet ise İzmir’i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne
her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve
İstanbul Hükümeti’nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal
bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya’da ulusu ve
orduyu Padişah – Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde
belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde de bu esaslar içinde yeni bir
Türk Devleti’nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi
örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar
İstanbul’da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul’u işgal
ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara’da ulusun meşru iradesinin
eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat
bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar
içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan
Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin M. Kemal ve B.M.M.’ni gayri meşru ilan
etmesi, Türk Ulusu’nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce
yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah – Halife ile
bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir
araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer
yer B.M.M.’nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.
Doğu Anadolu’da Ermenilere, Güneyde Fransızlara
karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı
Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I.
ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan
dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzaladı.
Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu yendi. Fransa ile de anlaşan
Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922′de başlayan ve 9
Eylül’de İzmir’de Yunan Ordusu’nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük
Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu’nun yenilmez azmini bütün
dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan
Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık
savaşını kazanan, “Türk Mucizesi”ni yaratan Türkiye’nin bu başarısı
bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.
M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bittiği yerde;
Türkiye’nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922′de Saltanat’ın
kaldırılışı ve 29 Ekim 1923′de Cumhuriyet’in İlanı ile Türkiye yeni
devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına
dayanan “Ulusal ve Laik Devlet”i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş
devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi’nin başarılması için
Cumhuriyet döneminde Atatürk ‘ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.