Biçimsiz Taş Altında İsimsiz Cellatlar

 

Cellât Arapçada, kamçı ile vuran-eziyet eden anlamındadır. Eski Türklerde kırbaçla dayak cezalarını uygulayan, Osmanlıda her türlü ölüm cezasını ifa eden şahıslar.

     Umumiyetle Hırvat dönmeleri veya Çingenelerden seçilen cellâtlar, 15. yy dan itibaren kullanılmaya başlanmıştı. 16. yy da padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât vazifesini de ifa ederlerdi. Dilsizler, padişahın en küçük bir işaretinin dahi ne anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazifenin tevdi edilmesi, mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemesi ya da kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmemesi içindi.

     BALIKHÂNE KASRI

  16. yy da bostancı ocağına bağlı bir de cellât ocağı kuruldu. İlk kurulduğu zamanlar cellât ocağında 5 cellât mevcut iken, zamanla cellâtların sayısı artarak 70 e ulaştı. Cellâtların lideri olan cellât başı, bostancıların lideri bostancıbaşına bağlıydı. Sıradan mahkûmların cezalarını diğer cellâtlar ifa ederken, devlet adamlarının ve mühim şahsiyetlerin infazını cellât başı gerçekleştirirdi. Vezirlerin, kazaskerlerin, Beylerbeyilerin vs. üst düzey devlet adamlarının idamlarında bostancıbaşı da bulunur, idam fermanını okuyarak, mahkûmu teselli eden sözler söylerdi. Sonra da cellât başı infazı ifa ederdi. Saraydan çıkan infaz emri; eğer idam sarayda olacaksa bostancıbaşıca, saray veya İstanbul dışında olacaksa kapıcı başına verilirdi.

     —Bostancıbaşı! Götürün şu mendeburu Balıkhane Kasrı’na.

     Padişahın gür sesiyle söylediği bu cümle, Arz Odası’nın çinili duvarlarında yankılanınca, karşısındaki şahıs buz kesilir, yağmurda kalmış ıslak it gibi titremeye başlardı. 
     

     ECEL ŞERBETİ

     Bostancıbaşı, cellâtların başıydı. Balıkhane Kasrı ise, idamlık siyasi mahkûmların idam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindan. Bu mekân, Gülhane Parkı’nın sahile yakın kısmında bulunan aşı ( kızıl ) renkli, büyükçe bir kasırdı. İdamlık mahkûmlar, evvelâ bostancıların kollarında bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülüp suçu sabit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün idam edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir masumun kanına girmemiş oluyorlardı.

     Üç gün boyunca bu zindanın soğuk odalarında akıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Seçimsiz ve çaresiz beklerdi akıbetini. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi. Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zaten. Zira mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden akıbetini anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse idam edileceğine işaretti. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezaretinde kendisi için sahilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhanesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırdı. Zira idamdan affedilmenin karşılığı sürgündü. Ve beyaz kadehin manası da bu idi. Kızıl kadehe gelince… Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan. Zira az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel ( şehâdet ) şerbeti olacaktı.

     CELLÂT ÇEŞMESİ

     Dünyadan son nasibi olan buz gibi şerbeti içen mahkûm, ölümün bütün soğukluğunun duvarlarına sindiği bu korkunç zindandan çıkarılır, Topkapı Sarayı’nın 1. kapısı Bâb-ı Hümayunla 2. kapısı Bâbusselâm arasında bulunan Cellât Çeşmesi’nin önüne getirilir ve çeşmenin önündeki taşın üzerine başı konularak bostancıbaşının da nezaretinde, cellât başının güçlü bir kılıç darbesiyle idam edilirdi. İnfaz gerçekleştikten sonra cellâtlar, kanlı palalarını, satırlarını, bu çeşmede yıkadıkları için çeşmeye Cellât Çeşmesi denmişti. Bir diğer adı da siyasi mahkûmların infazı burada vaki olduğundan Siyaset Çeşmesi. Cellâtlara ise “Meydan-ı Siyaset Ustası” denirdi bir dönem. Bazen de mahkûm, Balıkhane Kasrı’nda şerbetini içer içmez kementle boğularak öldürülür, cesedi de ayağına taş bağlanılarak denize atılırdı. Başı kesilerek öldürülenlerin kesik başı, çeşmenin önünde ve karşısında bulunan Seng-i İbret ( İbret Taşı ) ismindeki sütunların üzerine ya da Bâb-ı Hümayun’un ( Saray’ın en dış kapısı ) nişlerine konulur, üç gün bekletildikten sonra, başsız cesedi gibi kellesi de denize atılırdı. Yabancı seyyahlar, Sarayburnu açıklarından gemiyle geçerlerken, denizin yüzünde böyle nice başsız cesetlere rastladıklarını yazmışlardı.

     KERÂMET KAVUKTA

     Sultan 2. Mahmut’un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa da Balıkhane Kasrı’na kapatılanlardan. Hâlet Efendi’nin hışmına uğrayıp 1818 de 3 gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle akıbetini beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa’nın, karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu daha sonra:

     —Kallavi kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?

     Rauf Paşa zaten affedilecekti. Lâkin padişah bunu lâtif bir sebebe bağlayarak iltifatta bulunmuştu. Böylece Rauf Paşa, başına kallavi kavuk ( sadrazam kavuğu ) çok yakıştığı için idamdan kurtulan sadrazam olarak tarihe geçti.

     BOSTANCI FIRINI

     Balıkhane Kasrı’na kapatılan son devlet adamı ise 1822 de azledilen Sadrazam Hacı Salih Paşa idi. İdamdan güç belâ kurtulmuştu.

     Sarayda böyle kötü bir şöhrete sahip Balıkhane Kasrı, padişahın gazabına uğrayanların, “Kapı Arası”nda tutuklanarak, cezalarının infaz edilmek üzere hapsedildikleri ve haklarındaki ferman gelene kadar, ölümle yaşam arasında gidip geldikleri, ecel terleri döktükleri yerdi.

     Mahkûmlar için “Balıkhane” korkunç bir kelime idi. “Götürün Balıkhaneye” sözü, ölüm demekti. Bir diğer korkunç kelime ise “Bostancı Fırını”. Topkapı Sarayı 1. avlunun ziyarete kapalı kısımlarında bulunan fırının yanındaki küçük bir hapishaneydi burası. Burada infaz öncesi konuşturulmak istenen mahkûmlara işkence de yapılır ve bu işkence hane fırının hemen arkasında olduğu için buraya da fırın denirdi. “Fırına götürün” demek işkence veya idam emri demekti. İdam edilecek kişiler, haklarındaki ferman çıkana kadar Bostancıbaşı tarafından tutuklanmış olarak fırında beklerlerdi. Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulan da pek olmazdı.

     Balıkhane Kasrı ve Bostancı Fırınından başka, borçlular Baba Cafer Zindanına, siyasî suçlular, tutuklanan yabancı sefirler Yedikule Zindanlarına atılırdı.

     Fatih’ten beri birçok mahkûmun son nefeslerini verdiği bir diğer mekân da Yedikule Zindanları. Ve idamların infaz edildiği Zindan Kulesi. Bizanslı mahkûmlardan Osmanlılara kadar birçok zavallının ölüm çığlıklarının duvarlarına sindiği bu korkunç kule, kapısından içeri adım atanın, bir daha çıkamayacağını bildiği, uğursuz ve korkunç bir zindan idi. Sıradan bir Osmanlı vatandaşından, Padişah Genç Osman’a kadar nice zavallının kanını içen bu zindan, ilk idam edilen Osmanlı sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’dan, son idam edilen sadrazam Benderli Ali Paşa’ya kadar birçok önemli zevatın da ölümle buluşma noktası olmuştu.

  Siyasi suçluların kellesi, sarayda cellât çeşmesi önünde kesilir ve seng-i ibrette sergilenirdi. Halktan ve sıradan şahıslar, umumiyetle suçu işledikleri ya da yakalandıkları yerde veyahut Yavuz Selim Camii’nin Haliç’e inen kısmı Parmakkapı’da asılarak idam edilirlerdi. Yeniçerilerin idamı ise, ocak içinden yetişen cellâtlar tarafından, Rumeli Hisarı’ndaki zindanda yapılırdı. Ve idam, hisarın burçlarından atılan tek parelik bir top sesiyle duyurulurdu. Top sesi, bir yeniçerinin daha ölümünün sesiydi.

İDAM ŞEKİLLERİ

     Yeniçerilerin kellesi, cellât satırıyla vurulurdu. Bu satır hâlen Topkapı Sarayı silah hazinesinde sergilenmekte. Vezirler, sadrazamlar, devlet adamları umumiyetle boğdurulur, sıradan şahısların kılıçla başları vurulurdu. Kementle boğularak idam edilenlerin, ibret ve inandırıcılık için ölümünden sonra “şifre” denilen gayet keskin ve özel bir usturayla kafaları kesilirdi.

     Hanedan mensuplarının ise asla kanı akıtılmaz, onlar mutlaka boğularak idam edilirdi. Osmanlı şehzadeleri genelde yay kirişi ile boğulmuştur. Zira Osmanlı Hanedanı mukaddes sayıldığından kanı akıtılamazdı. Boğularak kansız bir ölüm, hanedanın ölümüydü.

     Cellâtlar, Müslümanların kesik başlarını infazdan sonra, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, “kelle koltukta geziyoruz” ifadesini çok terennüm ederlerdi.  Müslüman olmayanlar ise yüzükoyun yatırılarak, kesilen başları kıçlarının üzerine konulurdu.

     İdam edilecek şahıs, İstanbul dışında uzak bir yerdeyse, kesilen başı bozulmaması için bal dolu bir torbaya konulur, sultanın huzuruna öyle getirilir, bir tepsi içinde padişaha gösterilip, “Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım” sözünden sonra ibret taşına konulur, üç gün teşhir edilirdi. Beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu sebeple, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle başı kesilen ve bir bal torbası içinde pâyitahta gönderilen, sonra da denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır.

     KAPI ARASI

     Devlet adamlarının, hiç ummadığı bir anda ölümle burun buruna geldiği, karşısında cellâdı görüverdiği yerdi Bâbusselâm’ın kulelerinin arasındaki Kapuarası. Birinci ve ikinci avluya bakan karşılıklı 2 kapı kapatıldığında, aralarında bir insanın gizlice yok edilebileceği karanlık bir kapı arası kalırdı. Nicelerinin ansızın kaybolduğu bu karanlık aralık, Divanhaneye gizli bir geçitle bağlanan cellât hücrelerine açılırdı.

     Sarayın en mühim kapısı Bâbusselâm, hepsinden daha korkunç hatıraları saklıyordu ortaçağ usulü kulelerinin altında. Habersiz gelen ölüm emri, bu karanlık dehlizde merhametsiz bir cellâdın yağlı kemendiyle yakalayıverirdi koskoca veziriazamı. Kapuarasından geçmek ölüm koridorundan geçmek demekti birçokları için. İki kapı arasındaki karanlık dehlizden geçerken, diğer kapıdan Divanhaneye çıkamadan can verme ihtimali bulunduğundan, buradan geçen vezirler ecel terleri dökerler, Ortakapı’dan çıktıklarında şükür sadakası dağıtırlardı zaman zaman. Belki de bu yüzden her an ölüme hazır bekleyen ve kaftanının altında vasiyetini saklayan vezirlerin haddi hesabı yoktu. Patrona Halil isyanında saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da kapuarasında boğulanlardan biri ve en meşhuruydu.

     Kapının adı Bâbusselâmdı. Ve ancak bu kapıdan geçtikten sonra selâmete eriyorlardı devlet adamları. Padişah selâmlanarak girildiği için Bâbusselâm ismini alan ve Orta kapı olarak da bilinen bu kapının sağlı sollu dehlizleri, cellât hücreleriyle doluydu.

      Bâbusselâm’ın sağ tarafında kulenin altında, cezaları tecil edildiği ya da sürgün edilmek istendikleri zaman kurbanların atıldığı zindanın küçük demir kapısı, sol taraftaki kulenin altında ise bazılarının ölmeden önce son defa abdest aldıkları küçük çeşme hâlâ duruyor yerinde. Boğulmaları gerekenlerin infazları umumiyetle kapkarası denen hücrelerde gerçekleştirilirdi. Bu kapının önündeki Seng-i İbret denilen ve idam edilenlerin kesik başlarının teşhir edildiği sütunlar da Tanzifatın ilanından sonra, Sultan Abdülmecid’in siyâsî idamları yasaklamasıyla, yerlerinden sökülüp toprağa gömülmüştü. Nice kesilmiş başlar gören bu kuleli kapı, hâlâ ortaçağın o karanlık ve korkunç mimari üslûbunu andıran yapısıyla sarayın en meşhur kapısı olarak o kanlı günleri hatırlatmaya devam ediyor ziyaretçilere.

     BOSTANCIBAŞI

     Saray bahçelerinin, köşklerinin ve surlarının muhafazasından sorumlu olan Bostancıbaşı Ağa, Pâyitaht İstanbul’un asayişinden de sorumluydu ve Yalı Köşkü’nde otururdu. Cellâtların âmiriydi bostancıbaşılar. Kocaman kırmızı baratalarıyla, iri yapılarıyla ve acımasız tavırlarıyla insana ürperti veren bu şahıslar, padişahın yanından ayrılmaz, aynı zamanda onun özel muhafızlığını da yaparlardı. Sadece padişah tarafından atanan ve yine onun tarafından azledilen bu şahıslar, padişahtan başka hiç kimseden de emir almazlardı. Sadrazam dahi bostancıbaşına emir veremezdi.

     CELLÂTLAR

     İdamına hükmedilecek şahıs, saraya bir vesileyle davet edilirdi. Arz Odası’nda huzura çıkınca, iki elini şaklatan padişah “ Bostancıbaşı ” diye gürlediğinde, davetli şahıs, bunun son daveti olduğunu anlardı. Zaman olur, saraya davet, ölüme davet olurdu. Zaman olur, padişahın hediyesi olan, içine kendi ölüm fermanı gizlenmiş kıymetli bir hediyeyi, uzak bir eyâletin vâlisine götürmekle vazifelendirilmiş, ne götürdüğünü bilmeden yola çıkan zâbitlerin son gördükleri şahıs olurdu cellâtlar. Zaman olur, Dîvân-ı Hümâyun’da, Kubbealtı vezirlerinin karşısında, yakında kafasının kesileceği merhametsizce îmâ edildiği için beti benzi solmuş olanların yanlarında beliriveren kara bir gölge olurdu cellâtlar. Yedikule zindanlarının karanlık dehlizlerinde günlerce ölümünü bekleyen meşhur mahpusları boğmaları için gönderilen, sarayın korkunç yüzlü dilsizleriydi cellâtlar.

     CELLÂT KARA ALİ

     Osmanlı tarihindeki en meşhur ve en korkunç cellâtlardan biri Kara Ali’dir. Sultan İbrahim’in de celladı olan Kara Ali, pâdişah celladı olarak tarihe geçmişti. Evliya Çelebi’nin ifadelerinde bile ne derece tahkîr edilerek anlatıldığını görün:

     "Eyyüp Basrî, katl edileceklere guslettirip siyaset meydanına çıkartır; türlü tesellilerle imanı yeniletip kelime-i şahadet getirtir; boynunu kıbleye çevirip sağ eliyle başını sığadığında adamcağız donakalınca, iki eliyle tuttuğu kılıcı besmeleyle indirip kellesini teninden ayırır; ruhuna Fatiha okurmuş. Sonra uzaktan bakanları çağırıp ibret alın diye nasihat edermiş. Bu kavmin üstad-ı kâmili Murad Han'ın celladı Kara Ali'dir ki, pazularını sığayıp ateş saçan kılıcını kemerine bağlayıp sair işkence ve karabend ve nakışbend ve kemendbend ve zünnarbend edeceği ucu aşık yağlı kemendleri kemerine asıp vesair işkence âletlerinden kelpedan ve burgu ve mismar ve buhur-ı fitil ve deri yüzecek tentraş ve Polat tas ve türlü türlü zehirli göz milleri ve el ayak kırmağa mahsus baltaları iki yanına takıştırır. Omuzlarında servi ağacından altın bezekli kazıklar bulunan kalfaları da yedişer pare âlet ile kemerlerine ziynet verip yalın kılıç merdane cümbüş ederler. Amma ne'uzü-billah hiç birinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi âdemlerdir."

     Evliyâ Çelebi, cellâtların pîri Eyyüp Basri'den bahsettikten sonra, üzerinde cellâtların kullandığı idam ve işkence âletleri olduğu hâlde Kara Ali'nin, yamakları ile beraber, esnaf alayı geçişi esnasında, halkın ürperişini anlatır burada.

     Cellât Kara Ali, Sultan İbrahim’den önce sadrazamı Hezarpâre Ahmet Paşa’yı boğmuştu. Koskoca sadrazamın cansız bedenini sürükleyerek Atmeydanı’na ( Sultanahmet Meydanı’na ) götüren asi yeniçeriler, kudurmuş köpek gibi saldırdılar. Ahmet Paşa’nın bedenini parça parça ettiler ve annesine sattılar. Bu hâdiseden sonra Ahmet Paşa, Hezarpâre ( Bin parça ) Ahmet Paşa ismiyle yâd edilir oldu. Paşabahçe semti Hezarpâre Ahmet Paşa’nın köşkünün bir zamanlar burada olmasından bu ismi alır.

     Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’nın emriyle Sultan İbrahim’i boğmak üzere, hapsedildiği küçücük mezar gibi hücresine gitmek zorunda kalan Cellât Kara Ali, padişahın haykırışlarına dayanamayarak kaçmıştı. Cellât Kara Ali’den daha gaddar olan Sadrazam Sofu Mehmet Paşa, cellât ve yamaklarını, yaptığı baskıyla zorla Sultan İbrahim’in hücresine sokmuştu. Kara Ali, yamaklarının da yardımıyla gözyaşları içinde infazı gerçekleştirmiş, Sultan İbrahim’i boğarak şehit etmişti. Belki de cellât Kara Ali’nin gözyaşlarına ilk defa şahit oluyordu O’nu tanıyanlar. 1664 te ölen fakat ölüm sebebi bilinmeyen Kara Ali’nin yattığı yer, Karyağdı bayırındaki cellât kabristanıdır. Belki de oradaki 4 mezar taşından biri Kara Ali’ye ait.

CELLÂTLARDAN GERİYE KALAN

      Pâyitaht dışında idam edilen isyancıların kesik başlarının İstanbul'a getirilip saray kapısı önünde yere atılması, ibret taşlarına dizilmesi, mızraklara geçirilmesi; yakalanan eşkıya reislerinin çengele vurulması veya kazığa geçirilmesi, çarmıha gerilip at sırtında gezdirilerek teşhir edilmesi, cellâtların, bir elde kanlı pala, ötekinde perçeminden tutulmuş esnaftan haraç toplayan zorbanın kesik başı, çarşı esnafından “hammâliye”  adıyla bahşiş toplamaları Sultan Abdülmecid’e kadar sürüp gitmişti.

     Abdülmecid Hân’ın sarayda cellât bulundurulması geleneğine son vermesiyle, cellâtlar ocağı da ortadan kalkmış, târihe mâl olmuştu. Onlardan bize kalan, Topkapı Sarayı’nın 2. kapısının ( Bâbusselâm’ın ) yanında bulunan cellât odaları, silah hazinesinde bulunan cellât satırı ve Eyüp’te birkaç yerde bulunan isimsiz, şekilsiz mezar taşları. Cellât çeşmesi dahi, Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından Alman İmparatoru Kayzer 2. Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti esnasında görmemesi için kaldırılmış, yerine Hamidiye Çeşmesi dikilmişti. Şu an cellât çeşmesinin yerinde bulunan Hamidiye Çeşmesi’nde, Padişah 2. Abdülhamid’in tuğrâsının altında “ el-Gazi Sultan 2. Abdülhamit Han hazretlerinin müceddeden ibnâ ve inşa buyurdukları Hamidiye Çeşmesidir ” kitâbesi yazılı.     


  

     İSİMSİZ MEZARLAR

     Hayatta iken bile çok meşhur bir-ikisi hariç, isimleri dahi bilinmeyen cellâtlar, ölümlerinden sonra da mezar taşlarına dahi ismi yazılmayan isimsiz kahramanlardır. Evlenemedikleri ve insanlar tarafından istenmedikleri için, hayatta iken yapayalnız, öldüklerinde ise adeta aşağılanarak isimsiz mezarlara gömülürler. Belki de mezarlarına bir kötülük yapılmaması için. Beddua dışında bir dua da alamazlar. Halk onları ne kadar sevmezse sevmesin, onların da kendilerini haklı çıkaracak, mesleklerini ifade eden sözleri vardır elbet. Derler ki:

     “Hükmü Sultan olmazsa, hata gelmez cellâttan” 

     Cellâtlar birer saray görevlisi, emir kulu olsalar da halk tarafından sevilmezlerdi. Kimse mezarının onlarla birlikte olmasını istemez, bu yüzden de mezarları, halkın mezarlarından ayrı olurdu. İstanbul’a ilk karın yağdığı yer olduğuna, son karın da yine oradan kalktığına inanılan ve eski İstanbul’un en uç noktalarından biri kabul edilen Karyağdı Tekkesi’nin 100 m. ilerisindeki Cellât Mezarlığı’na defnedilirlerdi. O zamanlar burası, İstanbul’un uç noktalarından biriydi. Kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin uğramadığı, doğru dürüst yolu bile olmayan, yabânî ağaçlar içinde ürkütücü bir yerdi. Ömürleri boyunca sarayda görev yapan cellâtlar, ölümlerinden sonra buraya gömülmekle sürgüne gönderilirlerdi sanki. Hayatta iken de öldükten sonra da yapayalnızdı onlar. Issız yerlerde sessizce yatıyorlardı. Mezar taşları da yazısız ve şekilsizdi. Hâlbuki Osmanlı mezar taşlarına baktığımızda, baş kısımlarından, işaretlerden, sembollerden hangi dönemde yaşamış olduğunu ve hangi mesleğe sahip olduğunu, kadın mı erkek mi olduğunu, hatta ölüm sebebini anlayabilirdiniz. Cellât mezar taşlarında ise ne mesleklerine ne hayatlarına dair bir işaret olmadığı gibi, isimleri dahi yazılı değildir. Hatta mezar taşı olduğu bile belli değildir. 1.5 metre boyunda bir küfeki taştan ibarettir sadece. Sessiz, sedasız, isimsiz ve duasız mezar taşlarıdır cellât mezar taşları. “Ruhuna bir Fatiha” ricasından dahi mahrum edilmiştir onlar. Yok sayılıyorlardı adeta.

     Mezarlarının da şu an yok olmaya mahkûm edildiği gibi. Dünyada bir örneği daha bulunmayan Eyüp’teki Cellât Mezarlığı, bir açık hava müzesi gibi korunması gerekirken ıssız ve sessiz ecelini bekliyor orada.

     Alelâde bir taş zannedilen, mezar taşı olduğu dahi anlaşılmadığından, niceleri sökülüp atılmış, nicelerinin yanına yeni mezarlar açılmış. Bir devrin korkulan ve mezarlarına dahi yaklaşılmayan bu meslek erbabının yanında şimdi minicik çocuklar dahi defnedilmekte. Bilseler bu biçimsiz taşlar altında yatan ne isimsiz cellâtlar olduğunu…

     CELLÂT HİKÂYELERİ

     Osmanlı tarihinde cellâtlarla ilgili trajikomik hâdiseler de vardır. İşte bunlardan ikisi:

     İPŞİR PAŞA

     Sultan 4. Mehmet dönemi. 1655 yılında Kara Murat Paşa, yeniçeriyi tahrik ederek, hanımının güzelliğiyle meşhur sadrazam İpşir Mustafa Paşa ile şeyhülislâm Esat Efendizâde Ebu Sait Mehmet Efendi’nin idamını hazırlamıştı. Araya giren devlet adamları, şeyhülislâmın affedilmesine muvaffak oldularsa da İpşir Paşa’nın idamına mani olamadılar. Sadrazam ve şeyhülislâm zindanda idamlarını beklerken bostancıbaşı geldi ve şeyhülislâm, affedildiği müjdesiyle zindandan çıkarıldı. Bu arada sadrazamın idamından önce, Mahmut Efendi isminde bir molla, dini telkin için zindana, sadrazamın yanına gönderildi. Lâkin cellâtlara, şeyhülislâmın affedildiği bildirilmediği için zindana gelen cellâtlar, karşılarında iki kişi görünce birini şeyhülislâm, diğerini sadrazam zannederek, kızılcık şerbetlerini ikrâm edip boğmak üzere üzerlerine atıldılar.

     Evvelâ cellâtların kemendine teslim olan İpşir Paşa boğulduktan sonra sıra şeyhülislâma gelmişti. Lâkin Molla Mahmut Efendi bir türlü teslim olmuyor, bağırıp çağırıyordu. Bostancıbaşı bu duruma şaşırdı:

     —Sen bir din adamısın Efendi! Kadere rıza göster, metin ol ki ölümün asan ola.

     Mahmut Efendi de:

     —Ben telkine geldiydim. İdamına mucip ne?

Dediyse de cellâtları inandıramadı. “Padişah fermanıdır” deyip kemendi boynuna geçirdiler. Nihayet seslere koşan muhafızlar, hakikate cellâtlara anlatınca Mahmut Efendi son anda boğulmaktan kurtuldu.

     Kan-ter içinde mücadele eden ve ölümlerden dönen Mahmut Efendi, İpşir Paşa için söylene söylene gitti:

     —Fesuphânâllâh! Ne muzır adammış bu İpşir Paşa. Böyle heriflerin dirisinden de ölüsünden de uzak durmalı ki muzırrâtı dokunmaya. 

     NEF’Î

     İkinci hikâyemiz de Nef’î ile alâkalı. Malum; Sadrazam Bayram Paşa aleyhinde yazdığı şiirlerle idamına hükmedilir. Öncesinde yazdığı hiciv kitabı “Sihâm-ı Kazâ’yı” Sultan 4. Murat’a takdim etmek için saraya gittiğinde, Sultan’ın huzurundayken sarayın çatısına yıldırım düşmüştü.  Sultan Murat gürledi:

     —Be uğursuz adam! Al kitabını uzaklaş buradan. Ki kazâ oklarından ( Sihâm-ı Kazâ’dan ) emin olalım.

     Hüküm verilmiş, mühür basılmıştı. Nef’î idam edilecek. Dârüssaâde Ağası, affı için aracılık yapıp sadrazama mektup yazıyor. Nef’î başında durmuş, zenci ağayı seyrediyor. Az sonra bembeyaz kâğıda simsiyah mürekkep damlayınca, Nef’î kendini tutamıyor ve zenci ağaya dönerek ölümüne sebep olan latîfesini yapıyor:

     —Efendim, teriniz damladı.

     Ağa, öfkelenip mektubu yırtarken, Nef’î celladın yağlı kemendine teslim edilir. İdam edilirken bile cellâdına:

     —Yürü bre nâbekâr! Diyecek kadar cesurdur Nef’î.

     Sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen şâirin cesedi denize atılır.

     Ölümünden sonra kendisi için söylenen beyit meşhurdur:

     “Gökten nazîre indi Sihâm-ı Kazâ’sına
       Nef'i diliyle uğradı Hakk’ın belâsına”

     Eser, bir mecliste okunurken toplantının yapıldığı yere yıldırım düştüğünden, o sırada meclisteki şairlerden biri söylemişti bu beyti.

     CELLÂT MEZADI

     Son hikâyemiz de Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi’den:

     İdam edilen şahsın cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellâdın malı sayılırdı. Cellât, cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine rütbe ve mevkiine göre satardı. İdam edilenlerin üzerinden çıkan şeyler de toplanır, senede bir veya iki defa mezat ile satılır, geliri cellâtlar arasında taksim edilirdi. Buna “Cellât Mezadı” denilirdi. Bu eşyaların uğursuzluğuna inanıldığından umumiyetle hakiki değerinden ucuza satılırdı. Bazı idam mahkûmları, cellât yakalarına yapışmadan evvel, üzerlerinde bulunan kıymetli eşyaları çıkarıp yanındakilere “Beni anar, bir Fatiha okursunuz!” diye hediye ederlerdi.
 
     Sultan Üçüncü Murat’ın Kapı ağası Gazanfer Ağa, Rüstem Ağa isminde bir sanatkâra elmaslarla süslü bir saat yaptırmıştı. Gazanfer Ağa idam edildiğinde, kıymetli saati koynundan çıktı. Cellâtlar, bir servet olan ve cep saatinden daha büyük olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati Tırnakçı Hasan Paşa satın aldı. Az bir zaman sonra Tırnakçı Hasan Paşa da idam edilince, saat yine cellât mezadına düştü. Bu defa oldukça ucuz bir fiyata Kasım Paşa satın aldı. Bir iki ay geçmeden Kasım Paşa da cellâdın elinde ruhunu teslim etti. Üçüncü defa cellât mezadına düşen saati Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve Eğriboz sancak beyliğine tayin edilen kardeşi Civan Bey’e hediye etti.

     Peçevî İbrahim Efendi, bir ara Civan Bey’e misafir oldu. Eğriboz’da sahildeki evinde sohbet ederken, söz saatten açıldı. Civan bey koynundan saati çıkararak müverrihe gösterdi. İbrahim Efendi “ Ömrümde böyle güzel bir saat görmedim” deyince Civan Bey de saatin hikâyesini anlattı. Peçevî elindeki saati hemen bırakarak: Suphanallah! Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez… Paşa nasıl olmuşta size hediye etmiş! İbrahim Efendi’nin bu infiali karşısında Civan Bey’in korkudan yüzü sarardı. Ve hançeriyle saatin elmaslarını çıkarıp çarklarını da çekiçle kırarak denize attı.

     Civan Beyle İbrahim Efendi denize nazır otururken, bir atlı çıkageldi. Ve Civan Bey’e görevinden azledildiğini tebliğ etti. “Hayrola! Azlimi mucip ne ola? Diyen Civan Bey’e, habercinin cevabı şöyle oldu: Beyim! Biraderiniz Derviş Paşa idam olundu. Sizin dahi idamınız için ferman çıkıp Bostancıbaşılarla gönderildiydi. Lâkin araya şefaatçiler girip himmet eylediler. İkinci bir ferman ile kulunuz gönderildim ve idamınıza memur olanlara yarım saat önce yetişebildim!

     Belki de Civan Bey saatin elmaslarını almadan atsaydı, vazifesinden de olmayacaktı. Kim bilir?


Yazının kaynağı : http://www.oltulu.net
Oltulu - Sınırsız Bilgi Paylaşım Platformu