Ermenilerin Kimliği ve Büyük Ermenistan Efsanesi

Ermenilerin Kimliği ve Büyük Ermenistan Efsanesi (Rus ve Ermeni Kaynaklarına Göre)

Şimdiye kadar Türkiye’de Ermenilerin kökenleri ve Büyük Ermenistan düşüncesi hep Türk kaynakları doğrultusunda ele alındı. Bu çalışmada objektif değerini korumak açısından genel olarak Rus ve Ermeni kaynaklarına istinat edildi. Acaba, konuya onların yaklaşımları nasıldır? Gerçek Ermeni tarihi ve onların kimlikleri konusunda bu tarihçiler ne düşünmektedirler? Bu bakımdan çalışmaya bilim adına farklı bir açıdan bakma amacı güdülmüştür. Gerçekte Ermeni tarihi Ermeni tarihçilerine göre de karanlık kalmaktadır. Bu nedenle Ermeniler bilimsellik açısından yanılgıya düşmüş ve tarihe kendi açılarından bakmışlardır. Genellikle, Ermeniler kendi tarihlerini gördükleri gibi değil, görmek istedikleri gibi yazmışlardır ki bu yaklaşım da bilim adına gerçekleri yansıtmıyor. Bu çalışmada Ermenilerin kimliği, onların Ruslar tarafından Güney Kafkasya’ya göçürtüldükleri ve tarihte ilk devlet kuruluşları hakkında bilgiler yer almaktadır.



Ermeni bilim adamları Ermeni tarihini daha eskilere götürmek isteseler de gerçekte Ermeni toplumunun eski tarihi hakkında tam bir görüş birliği mevcut değildir ve karanlık kalmaktadır. Ermeni bilim adamı Agop Melik Agopyan, diğer adıyla yazmış olduğu “Samvel” adlı eserinde Ermeni toplumunun tarihi hakkında şunları belirtmektedir: Bizim tarihimizde halk tamamen unutulmuştur. Biz Ermeni köylüsünün nasıl yaşadığını bilmiyoruz. “Ağalarıyla” hangi ilişkide olduğunu, ne yiyip ne içtiğini, ne tür elbise giydiğini bilmiyoruz. Biz Ermeni sanatkarlarının ne ile uğraştıklarını, Ermeni tüccarlarının hangi ülkelerle ticari ilişkiler kurduklarını bile bilmiyoruz. Bizim tarihimiz bütün bunlar hakkında susuyor… bizim tarihimizde, hatta halkımızın en azametli gücü olan kadınlarımız hakkında hiçbir bilgi yoktur…

Daha sonra o, “…Böylece, bizim kuru tarihimiz tarihçiye çok az bilgi vermektedir. Bizim eski edebiyatımız kilise yazılarından  öteye gidememiştir…Bizim eski edebiyatta yaşam tarzlarının, adetlerin, geleneklerin, ailenin ve toplumsal ilişkilerin tasviri yoktur…”,  diye belirtiyor.


Bu veya diğer Ermeni tarihçileri de örneğin; Khorenli Moise, Toma Ardzrouni ve diğerleri, kendi aralarında Ermenilerin eski tarihi ve kökenleri konusunda fikir birliği içinde değillerdir. Bu da onların anayurtlarının neresi olduğunu tartışmalı kılmaktadır.

Bazı tarihçiler, Ermeni tarihini M.Ö. 2350 yılına, Nuh Tufanına kadar dayandırarak Nuh’un torununun torunu HAY ve HAYK ile başladığını iddia etseler de bu iddialar bilim adına gerçekleri yansıtmamaktadır. Aynı zamanda, Ermenileri Urartulara, Trak-Frigya soyun, Güney Kafkasya ırkına, Turan ırkına, Hititlere vs. dayandıran benzeri görüşleri de destekleyici hiçbir kanıta rastlanmamaktadır. Bir diğer deyişle, bunlar tarafından temsil edildiklerini Ermenice’de buldukları birkaç söz benzerliğine dayanarak ileri sürenler varsa da bu varsayım taraftar bulamamıştır.

Ermeni tarihindeki çelişkiye dikkat çeken Paul Henze’ye göre, Ermeni tarihinin incelenmesi kolay değildir. Bu tarih uzun, karmaşık, kısmen karanlık ve genellikle münakaşalıdır. Ermeni tarihi hemen hemen tamamen Ermeniler tarafından yazılmıştır. Çünkü kendi tarihini yazan kimse onu yüceltmek ve onun tartışmalı notlarını objektif bir biçimde incelemekten kaçınmak eğilimindedir. Ermenilerde bu durum özellikle görülmektedir ve XX. yüzyılın ortalarından itibaren iyice ortaya çıkmıştır.

Ermeniler, tarihlerini gördükleri gibi değil, görmek istedikleri gibi yazmış ve bunun propagandasını yapmışlardır. Kendi tarihlerini daha da eskilere götürerek dünya medeniyetini, yazıyı, astrolojiyi, bakır ve demir madenciliğini kendilerinin keşfettiğini ve dünyada insan hayatının Sevan Gölü  kıyılarından başladığını iddia etmekte  ve ayrıca Hıristiyanlığı ilk kabul eden topluluk olarak övünmektedirler.  Hai-Tahd  ideologlarından olan ve aşırı milliyetçi görüşleri ile tanınan Ermeni yazar Zori Balayan, Ermenistan’ın başkenti Erevan’ın yaklaşık 2729 yıl  önce inşa edildiğini iddia etmektedir. Balayan’a göre Erivan Roma ve Babil kadar antik bir kenttir. O, Erivan toponimini açıklamaya çalışarak şöyle bir iddia ileri sürmektedir:

“…Efsaneye göre, Nuh Peygamber Tufan’dan sonra ilk gördüğü bir kara parçasına “Erevume”, yani “Gözüküyor”, diye bağırmış ve bu kara parçasının adı Erevan olarak tarihe geçmiştir…” Balayan, aynı zamanda satır arasında Nuh Peygamberin Ermeni olduğunu da söylemektedir.

Dr. Hanrich Pudor, Ermenilerin Hıristiyan olmakla beraber Sami ırkından olduğunu, en göze batan niteliklerinin burunlarının kambur, kalın ve kaba olduğunu; L. Sufer, Ermenilerin Yahudiler ile birlikte Hititlerden geldiğini; W. S. Monroe, Ermenilerin ırk bakımından İranlı, Beluc ve Çingenelerle hısım oldukları, renklerinin beyazdan zeytin rengine kadar çeşitli, sakallarının lepiska veya kestane renginde, gözlerinin iri siyah ve mavi, burunlarının Yahudilerinki gibi belirli şekilde çıkıntılı olduğu ve bu sebepten dolayı kendilerine Hıristiyan Yahudiler denildiğini öne sürmüşlerdir.  Ermenilerin kim olduklarını ve nerede teşekkül bulduklarını Ermeni bilim adamı Manuk Abekyan şu şekilde belirtmektedir: “…Ermeni halkının menşei nedir, nasıl ve ne zaman, nereden ve hangi yollardan buralara gelmişlerdir, Ermeni olmadan önce ve sonra hangi topluluklarla ilişkide bulunmuşlardır, onların diline, etnik kökenlerine kimler nasıl etki etmiştir? Bizim elimizde bunları kanıtlayan açık ve kesin bilgiler yoktur…”.


Rus bilim adamı V. L. Veliçko, Ermenilerin tarihine ve menşeine ait çok önemli bilgiler vermiştir: “… Ermeniler kimlerdir? Onların asıl menşei konusu çok az araştırılmıştır. Tarih onların Babil esareti devrinde ve Yerusalim’in  yıkılmasından sonra Yahudilerin büyük bir kitlesi ile karıştığını ispat ediyor. Antropolojik bakımdan onların büyük bir çoğunluğu brakisefaldir, yani başlarının eni uzunundan fazladır, kısakafalıdır ve Shantr’ın, Erkert’in, Pantyukov’un ve diğer bilim adamlarının araştırmalarından anlaşıldığı gibi, bu cihetten dağ Yahudilerine, hatta Sirogildanilere, yani Asurilere daha çok benziyorlar.

Prof. Dr. D. N. Anuçin, Ermenilerin Ari kabilesi değil de, daha kesin olarak dil bakımından Arileşmiş bir kabile olduğuna dikkat çekiyor. Bütün bunların yanı sıra kendilerini Ermeni zannedenlerin hiç de hepsi asıl Ermeni kökenine has değildir. Ermeni dergisi “Murç”, Ermenilerin diğer halkları asimle etme başarılarından bahsederek 1890′lı yılların sonunda asimle edilmiş Çingenelerin Ermeniler arasında çoğunluk teşkil ettiğini gösteriyordu.
Kafkasya antropologu Dr. İ. İ. Pantyukov, büyük Ermeni grupları konusunda daha ilginç bir sonuca varmıştır. O, Türkiye’den yarı vahşi göçmenlerin Tiflis’egeldikleri zaman fırsattan yararlanarak bazı Türk Ermenisinin antropolojik ölçüsünü almıştır. Sonuç itibarıyla, onların büyük bir kısmının vücut niteliklerine göre asıl Kürtler oldukları kanısına varılmıştır. “

Azerbaycan tarihçilerinin Azerbaycan’la ve bu bölgeye gelen halklarla ilgili yapmış oldukları araştırmaları, şimdiki Azerbaycan bölgesine ve onunla komşu bulunan yerlere Hint-Avrupa halklarının yaklaşık M.Ö. 2. binin ortalarından başlayarak geldiklerini kanıtlamaktadır.

Azerbaycan’ın Türk yurduna dönüşmesine ilişkin çeşitli tezlerin bulunmasına rağmen bazı bilim adamları Azerbaycan’ ın tarihini, bazı Türk kavimlerinin Azerbaycan’da var olduklarını veya geldiklerini çok daha eski tarihlere götürmektedirler.

Bazı tarihçiler, Azerbaycan’da Türklerin bir millet olarak oluşumunu Selçukluların Azerbaycan’a gelişine bağlamakta ve Türklüğün bu devirlerde hakim etnik unsura dönüştüğünü belirtmektedirler.  Bazı tarihçiler de Azerbaycan Türklüğünün tarihini çok daha eski tarihlere götürmektedirler. Kaynakların vermiş oldukları bilgilere istinat edelim;

Bazı çivi yazılı kaynaklara göre, Mezopotamya’nın kuzeyinde , Azerbaycan ve Anadolu hudutlarında ilk Türk boylarını izleri bulunmaktadır. Bunlardan biri, “Şamtamhari” metninin  15. satırıdır. Satırda M.Ö. 2200 yıllarında Akad hükümdarı Naramsin ile savaşan “17 Kuzey” hükümdarı belirtmektedir. Tanınmış arkeolog Prof. Louis Delaperte, 1936 yılında onlardan birinin adını “Tourki kralı İlloushhoumail”, Alman Prof. N. G. Gutenbock is 1938 yılında “Turki kralı İlşu Nail” şeklinde okumuştur. Çağdaş araştırmacılardan biri, bu “Türki kralın” kimliği sorusuna haklı olarak şu yanıtı vermiştir:

“…Aksi ispat edilmedikçe Türklerdir…”.

Gürcü kaynakları, M.Ö. IV. Yüzyılda yaklaşık 2400 yıl önce Kafkasya’da Türk menşeli boyların mevcudiyetinden bahsetmektedir. Salnamede belirtiliyor: “…Buntürkler diğer bir deyişle, Turanlılar Fars hükümdarı Keyhüsrev’i kendi hudutlarından kovup çıkarmak için Kaspi Denizinden Kura  nehri boyunca yukarıya yol alarak Mtsheta’ya 28.000 aile ile geldiler. Mtsheta Mamasahli ve bütün Kartvellerin yani Gürcülerin müsaadesi ile Farslara karşı mücadelede onlara yardım edeceklerine dair vaatlerde bulunan Buntürkler Mtsheta’nıın batısındaki bölgelere yerleştirildiler.”   Kartlis Tshovreba, “Moktsevai Kartlisa” ve diğer kaynaklarda da Buntürkler hakkında bilgi verilmiştir. Bu kaynaklarda Makedonyalı İskender’in seferinden, hatta Babil hükümdarı Novohodnozor’un Yerusalim’i yıkmasından, yani M.ö. 586 yılından önceki dönemlerde Buntürklerin Kartli’de yaşadıkları belirtilmektedir.

Kartlis Tshovreba’da, Makedonyalı İskender’in Pers hükümdarı III. Dara’ın üstüne gittiği zama, yolu üzerinde Buntürklerle karşılaştığı ve savaştığı da yer almaktadır.   Gürcü  bilim  adamı  Leonti  Mroveli’ye  göre,  Buntürkler Mtshetayakınlarında bir yer seçerek orayı inşa ettiler, etrafına setler çektiler ve bu yer Serkibe olarak adlandırıldı. Bu kaynağın naşiri, S. Y. Takayşvili de Buntürklerin Kafkasya’nın eski sakinleri olduğu görüşündedir. O, buradaki Buntürklerle Türklerin aynı soydan olduğunu, onların diğer bir deyişle, Turanlı olduğunu yazmıştı. Buntürkler iki söz birleşmesinden oluşmaktadır: Bunni ve Türk. Buni eski Türk sözlerinden biri olup, “asıl” anlamına gelmektedir, yani Buntürkler -asıl Türkler.

Azerbaycan ve şimdiki Ermenistan arazisinin en eski sakinlerinden biri de, dillerinin Azerbaycan Türk dilinin köküne dayanması şüphe bırakmayan Bulgar-Venedler olmuşlardır. V. yüzyılda yaşamış Ermeni tarihçisi Horenli Mouses’in verdiği bilgilere göre, daha M.Ö. II. yüzyılda Bulgar soyları Kafkasya’nın çeşitli yörelerinde meskunlaşmışlardı. Mouses, bu bölgeye gelmiş olan Bulgar soylarının liderinin Bahandur Bulgar Vened olduğunu da belirtmiştir. Bu soyları Onogurlar/On Oğuzlar ve Haylandurlar olarak da tanımlıyorlardı. Bu soyların Azerbaycan’da mevcut oldukları eski zamanlardan kalma yer adları ile -toponomilerle ispat edilmektedir. Mesela, Azerbaycan’ ın Nahçıvan Özerk Cumhuriyetine bağlı Ordubad bölgesinde Venend, Zengezur bölgesinde Venetli, Lerik bölgesinde Venedi yaşayış yerleri, Lenkeran’da Bulgarçay, Fuzuli’de Yağlavend, Papravend, Hocavend vs. Vend’le biten bir takım yaşayış yerlerine Azerbaycan’ın diğer bölgelerinde de rastlamak mümkündür.  Bunun gibi diğer Türk boylarının da, örneğin, Kengerler, Peçenekler, Ablanlar, Savarlar ve diğer boyların daha eski dönemlerden Azerbaycan’da yaşadıklarına dair yeterince kaynaklar vardır. Diğer bir delil; arkeologlar Azerbaycan’da M.Ö. II. bin yılın sonu, I. Bin yılın başlarına ait mezarlarda kaplumbağa tasvirini de ortaya çıkarmışlardır. Bu mezar taşları ile Türklerin en eski abidelerinden biri olan Kültiğin’in mezar taşı üzerindeki kaplumbağa tasvirleri arasındaki benzerlik, M.Ö.’ki devirlerde Azerbaycan’da Türk kökenli boyların mevcut olduğuna dair esaslı bir delildir.

Arap dilli kaynaklara gelince; VIII-IX. Yüzyıllarda yaşamış Ebu Muhammedi Abdü’l-melik İbn Hişam,  “Kitabü’l-Tican fîMülük Himyer”  adlı eserinde, beşinci Arap Halifesi I. Muaviye (661-680) ile çağdaş olan Übeyd İbn Şeiryye el-Curimi Azerbaycan hakkında çok ilginç bir bilgi vermiştir. El-Curimi, tarihçi Ebu Muhammed İbn Hişam gibi soy itibarıyla Arap Himyer kabilesinin danışmanlarından olmuştur. Aklı ve bilgisiyle seçildiğinden Yemen’den Mekke’ye çağrılmış ve Halife I. Muaviye’nin danışmanı olarak görevde bulunmuştur.

İbn Hişam’ ın adı geçen kitabı, aslında el-Cürumi’nin I. Muaviye ile aralarında geçen sohbetlerinden oluşmaktadır. Kitapta ilk Arap seferleri döneminde ordunun Azerbaycan’da Türklerle karşılaşmaları konusunda bilgiler yer almaktadır: “…Yemen Hükümdarı Raiş zamanında, onun ordu kumandanı Şimr (Şamar) İbn el-Kaddaf İbn el-Müntab’ ın 100 binlik ordusu Türkler üzerinde elde ettiği galibiyetten sonra Azerbaycan’a girdi. Savaşta Türkler yenik düştüler. Şimr el-Kaddaf Türklerle yapılan savaşı ve onların yenilgisini iki taş üzerine yazdırdı.”. İbn Hişam yazılarını Ebu Cafer Muhammed İbn Cafer et-Taberi de doğrulamış ve kitabında bahsetmiştir. İbn Hişam’ ın kitabında, Şeriyye el-Cürumi ile Muaviye’nin aralarındaki konuşmalarına da değinilmiştir.   I.   Muaviye’nin   el-Cürumi’ye  “Azerbaycan  hakkında  bilgileriniz,telaşlarınız ve anılarınız nedir?” sorusuna el-Cürumi şu yanıtı vermiştir: “… Orası çok eskiden beri Türk yurdudur. Onlar bir araya gelerek birleşmiş ve karışmışlardır…”

Kaynaklardan da anlaşılacağı üzere, Azerbaycan’da millet oluşumu daha eski tarihlere kadar gitmektedir. Bu tür kaynaklara başvurmadan Azerbaycan halkının oluşumunu XI-XII. yüzyıllarda Selçukluların Azerbaycan’a gelişine bağlayan araştırmacıların bilimsel olarak yanılgıya düştükleri herhalde açıktır. Bazı tarihçilere göre, Selçukluların gelişine kadar Azerbaycan’ın nüfusu Fars menşeli olmuş, Selçukluların gelişiyle Türkleşme sürecine girmişlerdir. Bize göre, bu yanlıştır. Eğer Selçuklular Azerbaycan’da yaşayanları Türkleştirmişlerse, o zaman neden İran ve diğer komşu ülkelerin nüfusuna etkide bulunamamışlardır? Aslında Selçuklular bu muhiti değiştirmeye çalışmamış, bilakis devlet işlerinde ve saraylarda Türk dilini değil, Fars dilini kullanmışlardır.

“Gelme Soylar” veya “Yerli Halklar” gibi kavramlara değinirken şunları da göz ardı etmek mümkün değildir. Yani bu bir gerçektir ki, hiçbir halk, hiçbir millet dünya yaratıldığından beri aynı toprakta yaşadığını ve mevcut olduğunu ispat edemez. Halklar en eski devirlerden çeşitli sebeplerle daima bir yerden diğer yerlere göç etmişlerdir. Hiçbir halk bulundukları topraklarda kök salıp bugünkü durumlarına gelmemiştir. Bunun aksini düşünenler tarihten habersizlerdir. Burada yalnız nispet meselesi olabilir. Yani belirli bir bölgenin tarihi orada yaşayan halkın tarihinden daha eski olabilir. Daha doğrusu, bölgenin tarihi ile orada yaşayan halkın tarihi çoğu zaman uyuşmayan bir hakikattir. Bu, inkar edilemez bir gerçekse herhangi bir halka veya millete “burası senin yerin değil”, diye sorulabilir mi? Eğer bunu sormak mümkünse, o zaman Amerika’da yaşayan bütün Avrupalıların, Balkanlarda yaşayan milletlerin ve Anadolu’da yaşayan Türklerin vatanlarını terk etmeleri gerekecektir. Kısacası, bilinmelidir ki, tarihin herhangi bir safhasında herhangi bir toprak parçası üzerinde yaşam sürmek, ancak tarihin içinde bu toprakların sahibi oldukları iddialarını geçerli kılmaz. Çünkü bugün uluslar arası toplumun ve devletler hukukunun kabul ettiği bağımsız devletler o ülke toprakları yaşayan uluslar o bölgeye ilk kez gelip yerleşmiş insanlar değildirler.

Görüldüğü gibi, bu hususların altını çizerken, “yazılı tarihin kabul ettiği, bilimsel metodolojinin vesikalara dayalı olarak ispat edildiği” bir “Büyük Ermenistan Devleti” var olmamıştır. Nitekim, Ermenilerin iddia ettikleri üzere Kızılırmak, Karadeniz, Gürcistan, İran, Hazar Denizi ve Irak toprakları arasında yaşayan  böyle bir devlet, orduları, başşehirleri, savaşları, galibiyet ve mağlubiyetleri olmamıştır.


Bu manzara karşısında, tarih boyunca ne bağımsız bir Ermenistan’ın, ne de müttehit bir Ermeni milletinin mevcudiyetinden bahsetmek tarihi bir hakikat olarak görülmemektedir. Bu durumda, bir Ermeni devletinin tarihinden bahsetmek de zorlaşmaktadır.

Kendi tarihleri her ne kadar eskilere götürmeye çalışsalar da Azerbaycan tarihi açısından önemli ve gerçek olan şudur ki, Ermeniler Güney Kafkasya’ya, özellikle de Azerbaycan’a ve şimdiki Ermenistan bölgesine, günümüzdeki Dağlık Karabağ sorununa da sebebiyet teşkil eden 1828 Rusya ile İran arasında yapılan Türkmençay anlaşmasının XV. maddesi gereğince Ruslar tarafından göçürtülmüşlerdir. Zaten bu konuda, Rusya’nın o dönemde Tahran’daki tam yetkili murahhası ve bilim adamı St Petersburg yazar Nikolay Shavrov, eserinde bu gerçekleri doğrulamaktadır: “.

Biz kolonileşmeye Zakafkasya’ya Rusları değil diğerlerini yerleştirerek başladık. 1826-28 savaşlarından sonra, 1828-1830 yılları arasında iki senede 40.000′den fazla İran Ermenisi ve 84.000 Türkiye Ermenisini, Gence ve İrevan vilayetleri ile Tiflis vilayetinin Borçalı, Alhaltsikhe ve Akhalkalalaki bölgelerinde en iyi kamu arazilerinin olduğu topraklara yerleştirdik. Yerleşmeleri için 200.000 desiat devlet arazisi ayrılmış ve 2 milyon Ruble değerindeki şahsi arazi Müslümanlardan satın alınmıştır. Gence’nin dağlık kesimi ve Gökçe Gölü kıyısına Ermeniler yerleştirildi. Kabul etmek gerekir ki, resmi olarak yerleştirilen 124.000 Ermeni’nin dışında gayri resmi olarak yerleşenlerle beraber sayıları 200.000′ni geçmektedir. Bu yüzyıl başında Zakafkasya’da 1.3 milyon olan Ermenilerin 1 milyondan fazlası belirtilen kaynaklar doğrultusunda bu bölgenin yerli halkı olmayıp, bizim tarafımızdan yerleştirilenlerdir…”


Ermeni tarihçisi M. G. Neresyan, Türkemençay anlaşmasından sonra İrevan ve Karabağ bölgesine İran ve Türkiye’den Ermenilerin göçürülmesi gerçeğini doğrulayarak yazıyor: “… XIX. Yüzyılın 20′li yıllarının sonunda bu bölgelere 40.000′den çok, Türkiye’den ise 90.000 Ermeni göçürülmüştü…”

P. Liprandi de eserinde Ermenilerin bu bölgeye sonradan geldiklerini belirtmiş,  onların Kafkasya’ya göçürülmesini ise Rusya’nın bu bölgede yürüttüğü emperyalist politikasının bir parçası olarak değerlendirmiştir.  Göçürülme politikası ile ilgili bilgiler İ. K. Yenikolopov’un,  S. V. Shostakoviç’in,  Ermeni tarihçileri Ç. P. Agayan’ın,37 G. A. Galoyan’ın,38 V. A. Parsamjyan’ın 39 eserlerinde ve arşiv materyallerinde  de yer almaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sıralarında bir tarihçi, resmi makamlara sunduğu raporunda şöyle yazmıştı: “… Transkafkasya ve Azerbaycan’ı Ön Asya’daki Türklerden ayıran Ermeniler, Türk topluluklarının arasına sokulmuş bir tampondur. Biz bu tamponun yok olmasına ve onun yerine bize düşman olan Müslüman bir kitlenin gelmesine müsaade edemeyiz…”

Görüldüğü gibi, Ermenilerin Kafkasya’nın eski ve yerli sakinleri olmadıkları, sonradan buralara geldikleri, özellikle 1828 tarihinde İran’la Rusya arasında yapılan Türkmençay anlaşmasından sonra göçürüldükleri Rus ve Ermeni tarihçilerinin eserlerinde de mevcuttur. Bu gerçeği doğrulayan diğer bilim adamalarının da yazdıkları gibi, Ruslar tarafından Güney Kafkasya’ya getirildiklerini Ermeniler neredeyse unutuyorlar.

Genellikle, Ermenilerin Kafkasya bölgesinde devletleri olmadığı konusuna diğer yabancı bilim adamlarının eserlerinde de değinilmektedir. Fransız bilim adamı Jorj de Molevil, Ermenistan’ın mevcudiyeti konusunda şunları belirtmektedir: “… İngiltere’nin iradesiyle Çar İmparatorluğunun haberleri üzerinde kurulup kısa bir ömür (1918-1920) süren Ermeni Cumhuriyeti, bütün tarihi boyu mevcudiyeti kaydedilen tek bağımsız Ermeni Devleti idi.”

Kafkasya’nın eski Ermenistan toprağı olduğu ve kendilerinin de bu bölgenin en eski sakinleri olduğu iddialarına bazı bilim adamları sert bir şekilde karşı çıkmış ve bu tutumlarını eserlerinde açıkça belirtmişlerdir.

XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa misyonerlerinin de desteğiyle Ermeniler tarafından komşu halklara karşı hazırlanan e yönlendirilen ideolojik propagandanın asıl içeriği ve amacını göstermiş olan Rus bilim adamı V. L. Veliçko, kitabında yazıyor: “. Ermeni mahalli okullarında öğrenciler Büyük Ermenistan haritasını -ki, arazisi Voronej’e ulaşıyor ve başkenti de Tiflis’tir- öğreniyorlar…”  Tabii ki, onların bu düşüncesi bütün Kafkasyalılar, o bakımdan Azerbaycan Türkleri ve Gürcüler tarafından hoş karşılanmıyordu. Geçen asırlarda yaşamış Gürcü bilim adamalarından İlya Çavçavadze, Ermeni plütokrasisi ve eliti hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “. Meğr Gürcülerin asıl Gürcü topraklarına olan haklarını inkar eden kitaplar Hudabaşev’in, Yeritsov’un kitapları değil mi? Meğer Ermeni eliti değil miydi ki, geçen asırda Senkovski’nin aracılığıyla Gürcistan’da Gürcülerin olmadığı ve burada Ermenilerin ve diğer halkaların yaşadıkları şeklinde uydurma haberler yayıyorlardı veyahut şöyle diyorlardı: Gürcistan’ın bir kısmı Tiflis de dahil olmak üzere çok eskilerden Ermenilere ait olmuştur.”

İlya Çavçadze, Ermeniler için çalışan, çeşitli yollarla tuzağa düşürülenlerin klasik örneğini de bu şekilde vermiştir: “. Sonuncu savaş zamanı 1877 yılında Fransız gazetesi “Temps”, bizim memlekete Kutulu adlı bir gazeteci göndermişti.Dikkat ediniz, bize gelirken kimlerin eline düştüğü konusunda Kutulu ne yazıyor? Balta istasyonu yakınlarında önceden planlanmış şekilde onu Şuşalı bir Ermeni subayı karşılıyor. O, Fransız gazeteciyi kendi arabasında Tiflis’e götürüyor ve gelirken yolda geleneklerin, törenlerin, şehirlerin, bayramların Ermenilere ait olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Çok ustaca tuzağa düşürülen Fransız gazeteci ne yapabilirdi? Her şey Ermenilerin ki olmuştu: Parlamento Ermenilerin, filozoflar Ermenilerin, yemekler, ziyafetler, bayramlar Ermenilerin. O zaman Tiflis neresidir? Tabii ki, burası da Ermenilerindir ve Tiflis de Ermeni şehridir. Ustalıkla aldatılan yabancı başka sonuç çıkarabilir miydi? Ermenilerin misafirperverliğine hayran kalan Fransız gazeteci Kutulu, Tiflis’ten ayrılmadan önce bunları dile getiriyor: “Belki, Adem peygamber de Ermenistanlıdır?!”. Böylece, Avrupalı gazeteciyi inandırmışlardır ki, Gürcistan Tiflis de dahil olmak üzere Ermenistan’a aittir ve bu haberi nüfuzlu gazete olan “Temps” aracılığıyla bütün dünyaya duyurmuşlardır.”

Anlaşıldığı gibi, Ermeni elitinin tutumları sadece Azerbaycan ve Azerbaycan Türklerine değil, aynı zamanda Gürcistan ve Gürcülere de yönelmişti. Azerbaycan’a ve Gürcistan’a yönelik Ermeni istekleri ve tutumları bugün de devam etmektedir.

15 Temmuz 1987 tarihinde Taşnak liderinden A. Papazyan, partisinin “Gamk” adlı gazetesinde şunları yazmıştı: “Ermenilerin tarihsel talepleri var. Ermeni milletinin Kafkasya sınırlarında tarihi toprakları var. Bugün toprak taleplerimizi açık olarak belirledik”. Taşnaklar tam olarak “Kafkasya sınırındaki” toprakların ne olduğunu belirtmediler. SSCB’de komünist propagandanın enternasyonalizm olarak gösterildiği durumda yine aynı yılda Akademisyen A. Aganbekyan bu tabuyu yıkmıştı.

Paris’te Ermeni-Fransa Enstitüsünün ve Ermeni Gaziler Birliği’nin düzenlediği konuşmada A. Aganbekyan şunları söylemişti: “Ben Karadağ’ ın bir Ermeni toprağı olmasını istiyorum. Bir ekonomist olarak bölgenin Azerbaycan’dan fazla Ermenistan’la ilişkili olduğunu düşünüyorum” .  Her ne kadar bu istek, iktisadi görüş gibi ifade edilse de bu bir başlangıçtı. Zira ekonomik kamuflaj unutulmamıştı. Fransız komünistlerin yazıları genelde şöyle başlar: “… Karabağ ve Nahçıvan -Azerbaycan Cumhuriyetine ilhak edilmiş Ermeni toprakları” .

Öyle anlaşılıyor ki, bazı Avrupalı politikacılar Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın diz eteklerinde olmadığını anlamıyorlar. Yöre coğrafi olarak Ermenistan’a yakındır, ancak bu ülkeyle sınırı yoktur. Bu açıdan Azerbaycan topraklarının ortasında bulunur; bu da o demektir, Karabağ ve Ermenistan arasında bir Azeri toprak şeridi bulunmakta ve bu şerit Dağlık Karabağ yüzölçümünün yarısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Karabağ’ı Ermenistan’a ilhak etmek veya başka alternatifler denemek yeni Azerbaycan topraklarını ilhak etmekle eşanlamlıdır. Ermenistan’da iyi bilinir ki, bu olmadan Dağlık Karabağ Cumhuriyetinin var olması mümkün değildir. Dolayısıyla, Dağlık Karabağ’ın “kendi kendini yönetme” hakkı adına Ermenistan’ ın eylemine katkıda bulunanlar, açıkça ilhaka destek olmaktadır. Şimdi önyargıya sahip olmayan herkes Karabağ çatışmasının kökeninde Ermenistan’ın Azerbaycan’daki çıkarlarını silahla “savunma” gayreti yattığını açıkça görebilir. Bu amaçla, Ermenistan başka bir ülkenin sınırlarında savaş başlatmıştır.

Ermeni siyaseti bir takım hedefler üzerine oturtulmaya çalışılmakta ve iki yönde şekillenmektedir:

  1. Büyük Ermenistan idealine ulaşmak için zamanla Azerbaycan’ ın tamamını işgal etmek. XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında yaşanmış olaylara göre, Ermenilerin Türklere olan genetik nefretini hatırlayalım. Bugün Ermenistan belirli unsurlara göre, Türkiye’ye karşı saldırının uygulanmasının doğru olmadığını (Türkiye karşısında zayıf durumda kalması sebebiyle) ve hatta bunun tehlikeli olduğunu anladığı için birikmiş olan kini ve nefreti yüzünden savunmasız kalan diğer Türk devleti Azerbaycan’a saldırmayı tercih etmiştir. Çalışmanın asıl sebepleri Ermeni milliyetçilerinin “tarihi adalete” çabalarından oluşmaktadır. Türkiye’ye karşı toprak, tazminat, soykırım iddiaları uzak ve imkansız olarak görüldüğü için Moskova’nın yardımıyla Azerbaycan’ ın bazı topraklarını ele geçirmek tamamen gerçek görünüyordu.
  2. Bu işgale paralel olarak Osmanlılar tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen Ermeni soykırımını dünyaya tanıttırmak, tazminat istemek, toprak talebinde bulunmak ve bunlar da gerçekleşince Doğu Anadolu’yu Büyük Ermenistan sınırları içerisine katmak.


Her ne kadar bütün bunlar bir fantezi olarak görülse de Azerbaycan’ı ve Türkiye’yi bir hayli meşgul etmektedir. Durumu sadece bir fantezi olarak değerlendirmek doğru değildir. Bir zamanlar Ermenistan Devleti’nin kurulacağına da fantezi olarak bakılıyordu. Ama günümüzde Ermenistan isimli bir devlet mevcuttur. Büyük Ermenistan Devleti’nin gerçekleşmesi mümkün olmayabilir, ama bunu global bir oyunun parçası olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Günümüzde birileritarafından oynanan bu oyunun içerisine Azerbaycan ve Türkiye de dahil edilmiştir. Azerbaycan, zaten sorunlar kıskacında yer alan küçük bir devlettir. Türkiye sorunlar kıskacında yer alsa da durumu Azerbaycan’ın durumundan biraz farklıdır. Bugün Türkiye çökmeye mahkum edilmiştir ve onun üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Değil Büyük Ermenistan fantezisi ile, Kıbrıs sorunu ile, Kürt problemi ve bir takım sorunlarla karşı karşıyadır.

Batılıların Türkiye’ye gösterdikleri olumsuz ilginin giderek tehdit unsuru haline gelmesi, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin üniter devlet yapısına yönelik somut politikalara dönüşmektedir. Batı başkentlerinden yapılan açıklamalar çok açık ve nettir. Politikacılar, siyasal yorumcular ve medya; bütünlüğü olan bir süreklilik içinde Türkiye karşıtı bir tutum içindedirler. Yapılmak istenen yalnızca Türkiye’nin baskı altına alınması değil, bununla birlikte Batı kamuoyunun Türkiye ve Türk düşmanlığıyla şartlandırılması ve olası bir müdahaleye hazırlanmasıdır. Aynı oyun yaklaşık 80 yıl önce de oynanmıştı.

Almanya Dışişleri bakanı Hans Dietrich Genscher, Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’a 1992 yılında verdiği demeçte: “Biz Yugoslavya’da yeni bir model oluşturduk, Türkler de Kürtlerle, buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdırlar”  diyordu. Aynı gazete, altı yıl sonra 19 Ocak 1998 tarihinde, Wolfgang Koydl’un imzasıyla yayınladığı başyazıda Türkiye hakkında şunları yazdı: “On yıl içinde, Türklerin komşusu olan üç güçlü politik sistem battı ve sessiz sedasız yok oldu. Bu sistemler, en az Türklerin kendi Kemalist modelleri kadar dayanıklı inşa edilmiş görünüyorlardı. İran’da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nin Politbüro Komünizmi ve Yugoslavya’daki federatif Balkan deneyimi. Rahatsız edici olan her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellikler gösteriyordu. Hepsi de dinsel veya etnik çekişmeler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye ‘de her ikisi de var: Politik İslam ve Güneydoğudaki Kürtlerin ayaklanması… Lenin’in devleti 73 yaşına basmıştı; Güney Slavlarinki 74 yaşındaydı. Atatürk’ün Cumhuriyeti bu yıl hayli kritik 75 yaşına geldi” 4S
Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde (Haziran 1999) Avrupa Birliği 15 ülkenin 11′inde iktidarda olan ve ikisinde koalisyon hükümetlerine katılan Sosyalist ve Sosyal Demokrat Parti liderleri, 27 Mayıs 1999 tarihinde Paris’te yapılan “Avrupa Solu” zirvesinde bir araya geldiler. “Avrupalılık” kavramının tartışıldığı zirvede, toplantının “mimarı” ve eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, şunları söyledi: “Avrupa Birliği yalnızca ekonomik çıkarlar ve düzenlemelerden ibaret değildir. Demokrasi ve insanlığa verdimiz değerleri yalnız sınırlarımız içinde değil, sınırlarımız dışında da savunacağız. Gelecekte ve gerekirse bugün, Kosova’da yaptığımız gibi Kürt halkını da savunup koruyacağız. AB’nin ne stratejik ve ne de ekonomik çıkarları diktatörlerle mücadelemizi önleyemez”.

400 bin tarjli Stutgart Gazetesi Stutgarter Zeitung yazarı Adrian Zielcke, gazetenin 9 Ocak 1998 tarihli baskısında adeta Türkiye’ye yönelik tehditlerde bulunuyordu: “Türkiye, Kürtlerin azınlık haklarını kabul etmeli ve sorunu politik olarak çözmelidir.Ankara bunu kendisi yapmazsa Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırılan Kürt sorununa çözüm bulmak için uluslar arası baskı artacaktır”.

Baskılar gerçekten artmaktadır. Baskıcı anlayışın en çarpıcı ve kaba örneğini Amerikalı bir milletvekilinin sözlerinde buluyoruz. ABD Temsilciler Meclisi’nde, Şubat 1999′da bir konuşma yapan Californiya Eyaleti milletvekili Brad Sherman şunları söylüyor: “Türk Devleti’nin Kürdistan’a  gönderdiği askeri güç, Slobadan Miloseviç’in Kosova’ya gönderdiği güçten daha fazladır. Kürdistan’da Kosova’dan daha çok insan öldürülüyor. Umuyorum ki, ABD, Kürtlerin korunması için daha açık ve daha katı bir tutum izler. Baskıcı rejimlere karşı olan tutumumuz, bu ülkelerin NATO müttefiki olması yada olmaması ile değerlendirilmemelidir. Türkiye’deki Kürtlerin korunması için ABD, askeri güç kullanarak devreye girmelidir.

İleri sürülen görüşler, sıradan gazete haber yada yorumları değil, Batılı devletlerin günümüzdeki Ortadoğu ve Türkiye politikalarının temel eksenidir. İran ve Irak’ın denetim dışı kalmasının sıkıntısını yaşayan Avrupa ve ABD, oluşumunu sağladığı Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu sorunlarını, küresel bir boyutta tutmanın sınırını aşmıştır. Türkiye Orta Asya, Rusya ve Ortadoğu enerji kaynaklarının kavşak noktasıdır; XXI. yüzyılın temel sorunu olacak olan zengin su kaynaklarına sahiptir; GAP herkesin “iştahını kabartmaktadır”. Uygulamalar, dünyaya egemen kılınmak istenen yeni düzen ideolojisinin politik sonuçlarıdır. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye yaptığı Kıbrıs, Ege ve Güneydoğu önerileri, Batı Parlamentolarında alınan “Ermeni Soykırımı” kararları, “Bölgesel bir yönetim birimi Olarak Kürt Federe Devleti’nin” kurulmasına yönelik Washington toplantısı, bu yöndeki somut girişimler, “Sürgündeki Ermeni ve Kürt parlamentosu toplantıları”, AB’nin Abdullah Öcalan tavrı, G8′lerin Kıbrıs kararı vb., bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunlar “laf ola” cinsinden yapılan işler değildir. Bunlar somut bir hedefe yönelmedikçe, bu tür politik davranışlar içine girmezler. Evet bu faktörler izole edilmedikçe, değil “Ermeni Meselesi”, “Kürt Meselesi”, “Kıbrıs Meselesi” ve diğer sorunlar dahi daima mevcut olacaktır.




Yazının kaynağı : http://www.oltulu.net
Oltulu - Sınırsız Bilgi Paylaşım Platformu