Ortaçağda İlk Üniversiteler: Studium Generale
Ortaçağ, Yunan – Roma kültüründen sonra
gelerek, Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan yaklaşık bin yıllık bir dönemi
kapsar. Ortaçağ şüphesiz Antikçağ ile Rönesans arasında bir geçiş dönemi
olarak kabul edilir. Dolayısıyla hem önceki dönemden farklıdır hem de
bir sonraki dönemin hazırlayıcısıdır. Ortaçağın başlangıç dönemini
belirleyen en önemli etken şüphesiz Hıristiyanlık dininin doğuşu
olmuştur. Fakat Ortaçağ düşünce sistemini belirleyen tek etken yalnızca
Hıristiyanlık dininin dogmaları değildir. Ortaçağ düşüncesi incelenmek
istendiğinde bu dönemdeki bilimsel çalışmaların siyasi, toplumsal
olayların teknolojik gelişmelerin ve Antikçağ düşüncesiyle İslam
Dünyası’nda yapılmış çalışmaların da birer faktör olarak ele alınması
gerekir.
Üniversitedeki bir sınıfın temsili resmi, 1350′li yıllar
Batı Dünyası’nda
17. yüzyılda gerçekleşmiş olan bilimsel devrimi, 12. ve 16. yüzyıllar
arasında ortaya çıkmış olan bilimsel, toplumsal ve siyasi olaylar
hazırlamıştır. Bu olayları şekillendiren ve Batı Dünyası’nda bilimsel
devrimin ortaya çıkmasında etkili olan üç temel etmen vardır. Bu
etmenlerden birincisi 12. ve 13. yüzyıllar boyunca Yunan ve İslam
bilimsel eserlerinin Latince’ye çevrilmesidir. Bu etmen, bilimsel
devrimin oluşması sürecinde diğer iki etmene göre daha temel ve zorunlu
bir işleve sahiptir. Çünkü, Ortaçağ biliminin şekillenmesi büyük ölçüde,
daha önce üretilmiş bilginin Batı’ya aktarılması ile gerçekleşmiştir.
Bu aktarılma işleminde, savaşların ve ticari ilişkilerin de önemli rolü
olmuştur. Emeviler Dönemi’nde (661-750) Müslümanların İspanya’yı
fethetmeleri ile birlikte, İslam Dünyası’nda üretilen bilimsel
kaynakların Avrupa’ya aktarılmış olması, bu durumun belirgin ve bilinen
kanıtıdır. Bu etkileşim ve kültür alışverişi, 431 yılında Efes’te
düzenlenen III. Konsül tarafından sürgüne gönderilen Nesturius ve yandaşlarının
Antik Yunan ve Roma eserlerini de beraberlerinde getirerek Urfa-Harran
civarlarına yerleşmeleri ve burada Arap ve Fars toplumlarıyla etkileşime
girmeleriyle başlamıştır [1]. Böylece bu eserler Süryanice, Sanskritçe,
Yunanca, Latince ve Pehlevice’den çevrilerek dönemin bilimsel
altyapısını oluşturmuştur. Bu şekilde gerçekleşen çeviri faaliyetleri
Avrupa’da Skolastik Dönem’in güçlenmesini ve bunun sonucu olarak
bilimsel çalışmaların ve eğitim sisteminin yeniden yapılanmasını da
beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan 11. yüzyılın sonları Ortaçağ
düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönemde İslam
Dünyası, hem bilimsel çalışmalar hem de yetişmiş bilim adamları
açısından Avrupa’dan daha ileri düzeydi. Yunanca, Arapça ve Farsça
eserlerin Latince’ye kazandırılması için İspanya’da
Tuleylule’de (Toledo) başpiskopos Raymond de Sauvetat tarafından bir
çeviri okulu kurulmuş olması bu durumun açık bir kanıtıdır [2].
Bilimsel devrimin oluşumunu sağlayan ikinci
etmen ise, Ortaçağ’da üniversitelerin ortaya çıkması ve yaklaşık 800 yıl
boyunca bir kurum olarak varlıklarını devam ettirmeleridir. Ortaçağ
Latin toplumunun gelişimi kilise ve kentlerin bağımsız olarak
örgütlenmelerini sağlamış, ilk üniversiteler de bu idari örgütlenme
içerisinde kendilerine yer bulmuştur. 12. ve 16. yüzyıllar arasında
İslam, Çin, Hindistan ya da Antik Güney Amerika’daki uygarlıkların
eğitim kurumları ile Ortaçağ Batı Dünyası’nın üniversiteleri
karşılaştırılamaz. Çünkü Ortaçağ’da Avrupa’da ortaya çıkan
üniversiteler, modern bilimi geliştirmeye yönelik alt yapıları, ders
programları, kuralları, siyasi – hukuksal ayrıcalıkları ve sıra dışı
faaliyetleri ile diğerlerinden ayrılırlar [3]. Ortaçağ Skolastik
Dönemi’nde eğitim ve öğretimin sürdürüldüğü ve bilgi üretiminin
gerçekleştirildiği kurumlar olarak 12. yüzyıla kadar katedral ve
manastır okulları ön plandadır. Bu okullar, 12. yüzyılda
etkilerini kaybetmiş ve üstünlüklerini üniversitelere kaptırmışlardır.
Bu yeni eğitim ve öğretim kurumları, hoca ve öğrencilerin seçimi,
düzenli ders programları, tartışmalar, bilimsel çalışmalar ve
kütüphaneleri ile katedral ve manastır okullarından ayrılmaktadırlar.
Bunun yanı sıra, üniversitelerde bilginin kayıtlı olduğu ve bilginin
yayılmasına aracılık eden kitaplar, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde
olduğu gibi korunması gereken birer put değil, bilginin üretimi ve
yayımı için birer araç haline gelmiştir.
Üçüncü etmen ise; din ve bilimin, birer
etkinlik olarak birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılma sonucunda
Ortaçağ’da giderek iki farklı düşünsel etkinlik, bilgi üretme yöntemi,
ve bilgi türü ortaya çıkmıştır. Albertus Magnus (1193-1280) ile başlayıp
Thomas Aquinas (1225-1274) ile yerleşen bu anlayışa göre, din ve bilim
ayrı alanlarda bilgi üretmeli ve ürettikleri bu bilgileri kendi
yöntemleriyle ve birbirlerine müdahale etmeden yorumlamalıdır. Thomas
Aquinas’a göre inanma ile bilmenin alanları ayrıdır, inanmanın dayanağı
inanç; kaynağı Kutsal Kitap ve din otoriteleri; bilimin dayanak noktası
ise akıl ve kaynağı da doğadır. Bu yaklaşım ile din ile bilimin çalışma
alanları birbirinden ayılmakta, bu iki alanın doğruları ve yanlışları
önceden olduğu gibi uzlaştırılmaya çalışılmamakta ve sorunlarını kendi
yöntemleriyle çözümlemeleri öngörülmektedir. Bu anlayışın yaygınlaşması
sonucu zamanla birçok din bilimcisi yalnızca laik bilimsel müfredatı
kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda pozitif bilimlerin dini açıklayıcı ve aydınlığa kavuşturucu gerekliliğine de inanmışlardır [4].
Bu bağlamda çalışmanın ilerleyen bölümlerinde,
Ortaçağ’da düşünce sisteminin şekillenmesine ve 17. yüzyılda Batı’da
bilimsel devrimin gerçekleşmesine neden olan bu koşulların etkileri göz
önüne alınarak, ilk üniversitelerin ortaya çıkışı ve gelişimi ele
alınacaktır.
2. İlk Üniversiteler
2.1. Studium Generalelerin Ortaya Çıkışı
Ortaçağ Batı Avrupası’nda entelektüel
umutsuzluk, Karanlık Çağ’dan sonra birçok katedral ve manastır
okulundaki öğrenim merkezlerinin önem kazanmasına neden olmuştur. Erken
Ortaçağ’da varolan ve yüksek öğretim kurumları olarak kabul edilen bu
okullar, az sayıda olmalarına rağmen 13. yüzyıla kadar tam anlamıyla
gelişme gösterememiş ve bölgesel nitelik taşımaktan öteye
gidememişlerdir. 13. yüzyıl öncesinde uzunca bir süre bugünkü anlamda
üniversitelere benzer eğitim ve öğretim kurumları yoktu. Ortaçağ
üniversitelerinden önce Avrupa’da kilise, katedral ve manastır okulları
ve bir de özel hocaların belli bir gruba ders verdikleri merkezler
vardı. Bu merkezlere “studium generale” adı verilmekteydi [5]. Böylece
Avrupa’nın birçok şehrinden çeşitli konularda eğitim görmek isteyen çok
sayıda öğrenci studium generalelerde toplanmıştır. Doğal olarak,
eğiticilerden iyi olanlar daha fazla talep görmeye başlamış ve ardından
da zamanla öğretmenler ve öğrenciler dernek-lonca benzeri örgütlenmelere
gitmişlerdir. Studium generaleler belirli bir müfredat ya da ders
programına göre eğitim vermemişlerdir. Öğrencilerin öğretmenlerini birer
eğitimci olarak ve istedikleri zaman dinledikleri Studium generalelerde
aynı zamanda benzer konularda eğitim veren öğretmenler bir
araya gelerek örgütlenmeye başlamışlar, papa ve dönemin hükümdarları
tarafından da siyasi ve maddi destek görerek kurumsallaşma aşamasına
gelmişlerdir [6].
Günümüzdeki üniversite ismine kaynaklık eden
“Universitas” terimi ise, o dönemde çoğunlukla öğrenci kitlesini
belirtmek için kullanılmaktaydı ve özellikle yabancı uyruklu
öğrencilerin başka bir milletten olduğunu çağrıştıran bir terim olarak
kullanılıyordu. “Universitates” teriminin erimesi ve kısaltılmasıyla
“universitas” haline dönüşen terim Ortaçağ boyunca zamanla bir takım
terimsel ve kavramsal farklılıklarını yitirmiş ve universitas tek başına
kullanılmaya başlamıştır. Dolayısıyla Ortaçağ’da universitas yani,
üniversite kelimesi bugünkü anlamında değil, “corporation” dernek, kurum
anlamında kullanılmaktaydı.
Öğretmenler kendi öğretim sistemlerini
geliştirmek ve öğrencilerine aktarabilmek, öğrenciler de daha iyi bir
eğitim almak ve gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla bir grup
halinde biraraya gelip, bir kurum yapısı içerisinde Ortaçağ şehirlerinde
kendi haklarını savunmaktaydılar. Modern anlamda üniversite için
kullanılan terim studium generaledir. Studium generale terimi,
Ortaçağ’da rastlantısal olarak diğer bir çok grubu da ifade etmiştir.
Dolayısıyla Studium Generalè terimi universitas terimini de kapsayan ve
uzun yıllar ilk üniversiteler için kullanılan genel bir ifadedir.
Ortaçağ Avrupası’nda üniversite için kullanılmış olan terimlerden biri
“universitas scholarium” bir başka terim de majeste (hükümdar, papa vb.)
tarafından tanınan, scholarium ve benzeri bir kelime ile birleştiğinde
ortaklık ve topluluk anlamı taşıyan “Universitas Magistrorum et
Scholarium” dur [7].
Ortaçağ Avrupa’sında eğitim sistemindeki
değişim, 529’da Platon’un Academia’sının kapatılmasıyla başlamıştır. Bu
olayla birlikte Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanlık dışı (pagan)
okullar tamamıyla ortadan kalkmıştır. Bu okulların yerini Hıristiyanlık
dininin inanç ve davranış sistemlerinin anlatıldığı ve din adamlarının
yetiştirildiği kilise okulları almıştır. Batı Avrupa’nın ilk okulları
Benedictine rahiplerinin gençlere okuma-yazma öğretmesiyle 6. yüzyılda
oluşmaya başlamıştır. Bu okullar kilise, katedral ve manastır gibi dini
kurumlar ile ortak hareket etmekte ve dışarıdan yönetilmekteydi. 787
yılına gelindiğinde Fransa’da imparator Charlemagne’ın (Şarlman) tüm
kilise ve bağlı kuruluşların birer okul açmaları için bir buyruk
yayımladığı görülür. Laik eğitime yönelik bu okullar, ilerleyen yıllarda
kurulacak üniversitelerin çekirdeklerini oluşturmuştur. Doğuda üstü
örtülü de olsa canlılığını sürdüren eğitim ve öğretim geleneği böylece
Batı’ya da bir ölçüde aktarılma olanağı bulmuştur [8]. Ortaçağ Batı
toplumunda din dışı konularda da eğitim görme gereksinimi studium
generalelerin oluşmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra ilk üniversiteler
olarak kabul edilen bu okulların ortaya çıkışını iki temel nedene
bağlayabiliriz. Bunlardan ilki, Ortaçağ Batı Avrupası’nın 8. yüzyıldan
itibaren ciddi bir biçimde İslam medeniyetiyle etkileşime girmesi,
kentleşmenin ortaya çıkışı ve din adamlarının bilgi düzeyinin artmaya
başlamasıdır. İkincisi ise, bir kurumsal birlik fikrinin ortaya çıkması
ve böylelikle Ortaçağ Batı Dünyası’nda kiliseler, manastırlar ve diğer
dini kurumların bir hiyerarşi içersinde yer alarak araştırma yapan,
bilgi üreten kurumlar haline gelmeleridir [9]. Studium generalenin
tarihi İtalya’da başlar; bu kurumlarda eğitimi verilen konular din dışı
olmakla beraber, bu okullar da kilise tarafından denetlenmekteydi. 9.
yüzyılda kurulan ve ilk büyük studium generale olan Salerno Tıp Okulu,
tıp eğitimi vermesinin yanı sıra tüm Avrupa’da Katolik öğretisinin
yaygınlaşmasında da önemli rol oynamıştır [10].
1079 yılında Papa VII. Gregory, piskoposların
kontrolünde ruhban sınıfını eğitmek amacıyla katedral okullarının
kurulması için bir emir yayınlamıştır. Bu okullar, Paris ve Orléans gibi
geliri yüksek kentlerde kurulduğu için, kısmen de olsa eski manastır
okullarından daha iyi bir gelişme olanağına sahipti. 1079-1142 yılları
arasında Liver Seine’ın kıyısında bir katedral okulunda eğitmelik yapan
Petrus Abaelardus, Paris’in lider hocasıdır; onun yüksek ünü,
popülaritesi diğer öğretim elemanlarını da Paris’e çekmiştir [11].
İtalya, Fransa ve İngiltere’deki ilk üniversitelerin kurulma aşamasında
İspanya’da (Endülüs) İslam Uygarlığı tarafından daha önce kurulmuş olan
eğitim kurumlarından esinlendiği görülmektedir. Hıristiyan öğrenciler,
Avrupa’da üniversiteler henüz kurulmamışken İspanya’daki İslam eğitim
kurumlarına gitmekteydiler.
Bologna’daki okulların gelişimi, 1155 yılında
İmparator I. Frederick Barbarossa’nın öğrencileri koruma altına alması
ve öğrencilerin sadece kendi hocaları ya da Bologna piskoposu tarafından
yargılama yetkisi olduğunu belirten emriyle başlamıştır[12]. Böylece
hukuk eğitimi almak isteyen bu öğrenciler bir araya gelerek 1158 yılında
Bologna’da hukuk eğitimi veren bir üniversitenin kurulmasını
sağlamışlardır. İtalya’da Salerno ve Bologna’da tamamıyla Arapça
metinlerin Latince çevirileriyle derslerin okutulduğu tıp okulları da
vardı. Bu okullar aynı zamanda katedral okulları ile
üniversiteler arasındaki bağı da sağlıyorlardı. Bologna’daki üniversite
Salerno Üniversitesi’nin aksine gerçek anlamda üniversite literatürüne
katkıda bulunan ürünler vermiştir. Paris’te 1200’den önce kurulmuş ve
din eğitimi veren üç okul bulunmaktaydı. Bunlar dışarıdan gelen
öğrencilere din eğitimi veren Notre Dame, Saint Victor ve Ste. Geneviève
adlı adlı din okullarıydı [13]. Paris Üniversitesi’nin kurulması,
Bologna Üniversitesi’nin kurulması ile aynı tarihlere rastlamaktadır ve
bu üniversitenin kuruluşunda 11. yüzyılın sonunda Paris’te kurulan ve
yukarıda sözü edilen bu üç okulun önemi büyüktür.
Studium generale adıyla kurulan bu
üniversitelerin resmi olarak tanınması ve faaliyet göstermesi için papa,
kral ya da imparatordan resmi izin almaları gerekliydi. Bu bağlamda
1225 yılında İmparator II. Frederick’in resmi buyruğuyla ilk studium
generaleler Napoli’de bir ün ve prestij kazanarak yasal izinli kurumlar
haline gelmişlerdir. Böylece Napoli Üniversitesi ilk devlet üniversitesi
olma özelliğini de taşımaktadır [14]. Bunu takiben benzer bir
uygulamayı Papa IX. Gregory Toulouse’da 1229 yılında gerçekleştirmiştir.
Avrupa’da diğer studium generaleler papanın ya da imparatorun emriyle
birbiri ardına kurulmuştur. 1292 yılında Paris ve Bologna’daki studium
generaleler Papa IV. Nicholas’ın emriyle resmi nitelik kazanmışlardır.
Oxford Üniversitesi de bu geleneğin devamı olarak 1254 yılında Papa IV.
Innocent’in izniyle kurulmuştur. İngiltere’de 1209 yılında kurulmuş olan
bir diğer studium generale de Papa XXII. John’un emriyle 1318 yılında
resmi nitelik kazanan Cambridge Üniversitesi’dir [15]. Kuzey İtalya’da
Bologna’dan ayrılan öğrenciler tarafından kurulan Reggio Üniversitesi ve
1160’da bir hukuk okulu ile birleştirilen ancak gerçekte tıp okulu olan
Montpellier Üniversitesi, Avrupa’da kurulan diğer iki önemli eğitim
kurumudur [16].
Ortaçağ’da kurulan bu ilk üniversiteler, gerek
idari yapı gerekse eğitim sistemleri yönünden farklı özellikler
göstermekteydi ve bu özellikleriyle Avrupa’da kendilerinden sonra
kurulan üniversiteler için model oluşturmaktaydılar. Örneğin Paris
Üniversitesi’ni Batı Hıristiyan aleminin efsanevi dinsel merkezi olarak
diğerlerinden ayrı tutmak gerekir. 13. yüzyılın ünlü düşünür ve din
adamlarından olan Albertus Magnus (Albert the Great), onun öğrencisi
Thomas Aquinas’ın yanı sıra dokuz papanın Paris Üniversitesi’nde eğitim
gördüğü bilinmektedir [17]. Paris Üniversitesi gerek ilk
üniversitelerden biri olması gerekse yapısal olarak üniversitelerin
özerkleşme girişimlerini bünyesinde barındırması açısından dikkati
çekmektedir. Bu üniversitede öğrenci ve öğretim üyelerinin birlikte
örgütlendikleri bir yapı söz konusuydu. Öğrenci egemenliğinin ağır
bastığı Bologna Üniversitesi’nin tersine öğretim üyelerinin belirgin bir
ağırlığının olduğu Paris Üniversitesi, piskoposluktan bağımsızlaşma
yönünde önemli başarılar kazanmıştır. Oxford Üniversitesi’nin 1115
yılında 60-100 öğrencinin bir araya gelmesiyle, Priory St. Frideswide’ın
Augustinian kilise yasalarıyla ortaya çıktığı görülmektedir. Bu
üniversite 1163 yılına kadar bir studium generalè olarak
nitelendirilmemiş ve Paris’te kral I. Henry’e ve sarayına yakınlığı ile
dikkati çekmiştir. 1150’ye doğru Paris’teki din okulları üniversite
konumuna gelmişler ve 1167 yılında Paris’teki okullarda eğitim görmüş
olan bir grup İngiliz öğrenci buradan ayrılarak Oxford Üniversitesi’nin
şekillenmesine yardımcı olmuştur [18].
Oxford Üniversitesi matematik ve doğa bilimleri
alanlarında önemli bir yere sahipti. Ancak 1209 yılında borçları
nedeniyle bir süre eğitimine devam edememiştir. Bu nedenle Oxford’dan
ayrılan öğretim üyeleri Cambridge Üniversitesi’nin temellerini
atmışlardır. 13. yüzyılın başlarında Cambridge Üniversitesi önemli bir
gelişme göstermiş ve studium generale olarak kabul görmüştür. Cambridge
ve Oxford Üniversiteleri yapısal olarak 1264 yılında kurulan Merton
College’den önemli ölçüde etkilenmiştir. Merton College, halkın içinde
ve ruhban sınıfı tarafından kabul görmüştür. Bu kolej yapısı 1571
yılında yasal yapılarıyla diğerlerinden ayrılan İngiliz üniversiteleri
için de önemli bir özelliktir. Cambridge ve Oxford Üniversiteleri’nin
halk ve ruhban sınıfı tarafından kabul görmesi, üzerlerindeki merkezi
otorite ve dini kuralların baskısının azalmasına neden olmuştur. Bunun
sağlanmasında ise, rahip Lincoln ve Ely’nin kişisel denetimleri altında
verilen emirler önemli ölçüde etkili olmuştur. Bu iki İngiliz
üniversitesinin yanı sıra Kuzey Fransa ve Almanya’da kurulan
üniversiteler öğretim sistemlerindeki benzerlikleriyle, Paris modelinden
sonra Ortaçağ’a egemen olmuşlardır. 1348-1450 yılları arasında
Avrupa’da faaliyet gösteren studium generalèlerin sayısının 1500’lerde
52’ye kadar yükseldiği görülür [19].
Kısa bir süre sonra Avrupa’da birçok studium
generale ortaya çıkmış, ilk olarak Paris’te ve daha sonra İngiltere’de
sonraki 300 yıl boyunca çeşitli kentlerde çok sayıda üniversite
kurulmuştur (Bkz. Harita 1).
1500’e kadar Ortaçağ üniversite kentleri
* Kuruluş tarihleri kesin olmayan üniversiteler.
2.2.Eğitim-Öğretim ve Kampus Yaşamı
Ortaçağ’da üniversitelerin kurulmaya
başlamasıyla aydınlar, bilim adamları, filozoflar, hukukçular, tıp
doktorları, edebiyatçılar, misyonerler ve din adamlarından oluşan ve
“clerisy” (ulema / bilim adamları) adı verilen, bilgi üreten ve onu
aktaran bir sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Clerisy içinde çoğu doktor
ve hukukçu olan bilgili, dindışı kişiler topluluğu vardı. Hukuk ve tıp,
hem Ortaçağ üniversitesinde yeri, hem de Ortaçağ üniversitesi dışında
statüsü olan iki laik bilim dalıydı. Bu topluluk dernek türü bir
örgütlenme içinde yer almış ve rakiplerine karşı kolejler
oluşturmuşlardır. Clerisy sınıfının gelişmesi Ortaçağ Avrupası’nda
üniversitelerin ve üniversite kütüphanelerinin sayıca fazlalaşmasını da
beraberinde getirmiştir [20]. Bununla birlikte Ortaçağ
üniversitelerindeki öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu din adamlarından
oluşmaktaydı. Üniversitede öğretim üyesi olmak isteyen birinin en az
altı yıllık bir eğitim sürecinden geçmesi zorunluydu ve bu zorunluluk
özel üniversiteler tarafından da kabul edilmişti. 1215 yılında
hazırlanan Paris üniversitesi yönetmeliğine göre, öğretim üyesi olmak
için kişinin en az 20 yaşında ve hiçbir yüz kızartıcı suç işlememiş
olması gerekirdi. Din eğitimcileri (tanrıbilimciler – teolog) ise hem en
az sekiz yıl öğrenim yapmadan hem de okullarda okutulan dersleri
sadakatle izlemeden 35 yaşından önce Paris’te ders veremezdi. Bir
toplumun karşısında ders verebilmesi için Tanrıbilim dalında en az beş
yıl alışma görevi (staj) yapmış olması da gerekiyordu [21].
Ortaçağ boyunca üniversitelere tanınan
ayrıcalık ve haklar çerçevesinde öğretim üyeleri ve öğrencilerin elde
ettikleri sosyal ve hukuki kazanımlar ise maddeler halinde şu şekilde
özetlenebilir:
- Üniversite master (okulun en eski öğretim üyesi ve yöneticisi)’i ya da piskopos tarafından yargılanma ayrıcalığı,
- Barınacak yer (pansiyon, ev, oda vb.) sağlanmasının kolaylaştırılması,
- Kilise, belediye, loncalar, dernekler tarafından yiyecek ve içecek (iaşe) yardımı,
- Sahip oldukları mal ve mülklerin korunması,
- Kendilerinin ve ailelerinin can güvenliğinin sağlanması,
- Ders kitapları için ödünç verme, kiralama ve kitaplar karşılığında rehin bırakma işlemlerinin düzenlenmesi,
- Araştırma ve incelemeler için mali destek sağlanması,
- Grev yapma hakkı,
- Üniversitelerin kendi ders programlarını
hazırlayabilme, öğrencilerine derece vermek için kriterler belirleme ve
kendi öğretim üyelerini yetiştirebilme hakkı [22].
Zor ve hemen her yönden yorucu bir meslek
yaşamı olasılığına rağmen, öğretim üyelerinin çoğu Ortaçağ boyunca
akademik özgürlüğün avantajlarını yaşamışlardır denilebilir.
Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde geleneksel manastır
ve katedral okullarının eğitim programları (curriculum) retorik, gramer
ve diyalektikten oluşan trivium ve ileri düzeyde aritmetik, geometri,
astronomi ve müzikten oluşan qudriviumdan meydana gelmekteydi. Bu
program aynen üniversitelerde de geçmiştir. 12. yüzyıldan itibaren
kurulmaya başlayan Avrupa üniversitelerinin ders programlarında dikkat
çekici bir tek biçimlilik söz konusuydu. Bu durum öğrencilerin ve
öğretim üyelerinin bir üniversiteden diğerine kolayca geçiş yapmalarını
sağlamaktaydı. Üniversitelerde alınan ilk derece “bachelor of arts –
baccaleuriat” idi ve öğrencinin “bachelor” olduğu yedi özgür sanat
(trivium + quadivium) ikiye ayrılmaktaydı. Dille ilgili
dersleri, gramer, diyalektik ve retorik oluştururken, sayılarla ilgili
dersler aritmetik, geometri, astronomi ve müziktir. Uygulamada üç tür
felsefeye de yer verilmekteydi; etik, metafizik ve doğa felsefesi [23].
Ortaçağ Avrupası’ndaki üniversitelerin ders
programlarının trivium bölümünü oluşturan derslerde retorik için
Cicero’nun “Ad Herremium” ve Aristoteles’in “Rhetoric”; gramer için
Donatus’un İstanbul’da yazmış olduğu “Ars Minor” ve “Ars Major”,
Priscian’ın “Institutionas Grammaticae”, Bethune’li Eberhard’ın
“Graecismus”, Villa Dei’li Alexander’ın “Doctrinale”;
diyalektik için ise, Aristoteles’in Boethius tarafından çevrilmiş olan
“Prior”, “Posterior Analytics”, “Topics”, “Sophistical Refutations”, “Metaphysics”,
“De Anima”, “Categories”, Porphyry’nin “Isagoge”, Gilbert de la
Porrée’nin “Books of Six Principles” ve Petrus Hispanus’un “Summulae
Logicales” adlı eserlerinin yaygın olarak kullanıldığı
bilinmektedir[24]. Ders programlarının quadrivium bölümünde okutulan
kitaplara örnek olarak da; aritmetik için Bath’lı Abeleard tarafından
çevrilen Euclid’in “Elements”, Sacrobosco’lu John’un “Algorismus” ve
Pythsagoras’ın “Arithmetica”; geometri için Ptolemy’nin (Batlamyus) ve
Euclid’in “Optica”, Aristoteles’in “Meteorologica”; astronomi için
Sacrobosco’lu John’un “De Sphera”, Cremona’lı Gerard tarafından çevrilen
Ptolemy’nin “Almagest”, Robert Grosseteste’nin “Computus”, Saint
Victor’lu Hugh’nun “Practice Geometriae” ve müzik için Boethius’un “De
Institutione Musica” ve Aurelius Augustinus’un “De Musica” adlı eserleri
gösterilebilir [25].
Yedi Özgür Sanat’a (Artes Liberales) ek olarak
tıp, hukuk ve teoloji, üniversitelerdeki ilk fakülteleri de temsil
etmektedirler. Bu fakültelerde okutulan derslere temelde kaynaklık eden
eserlere örnek verilecek olursa; tıp eğitimi veren fakültelerde;
Hippocrates’ın “Aphorisms”, “Prognostics”, Galenos’un “Ars Medica”, “Ars
Parva”, “Tegni” ve “Microtechne”, Dioscorides’in “Meteria Medica” adlı
eserlerinin yanı sıra, Ortaçağ’da tıp biliminin önemli ölçüde
etkilendiği ve birçok çevirisinin yapıldığı İbn-i Sina’nın “Canon –
Kanun”, adlı eseri, Ali bin el-Abbas el-Magusi’nin tıp konusundaki
çalışmaları, Ebubekir Zekeriya er-Razi’nin “Liber Ad-Almonserem” adıyla
Latinceye çevrilen “Kitab el-Mansuri” ile “Liber Continents” adıyla
Latinceye çevrilen “Kitab el-Havi – El-Cami ve Ebu el-Kasım Halef bin
Abbas ez-Zahravi’nin cerrahi çalışmaları; hukuk için Roma ve Kilise
hukukunu temel alan “Corpus Iurus Civilis” ve “Corpus Iurus Canonici”,
Gretian’nın “Decretum” adlı eseri; teoloji için ise; temel kaynak olarak
“İncil” ve patriklerin İncil’e ilişkin yorum kitaplarının yanı sıra,
Aurelius Augustinus’un “De Trinitate”, “De Civitate Dei” ve
“Confessiones”, Thomas Aquinas, Saint Bonaventure, Duns Scotus, Occam’lı
William tarafından üzerine yorumların yapıldığı Peter Lombard’ın
“Sentences”, Dacialı Boethius’un “Theological Tractetes”, Petrus
Abeleardus’un “Sic et Non” ve Thomas Aquinas’ın “Summa Theologica” adlı
eserleri gösterilebilir [26]. Aynı zamanda Ortaçağ
süresince bu bilimlerle ilgili yapılan yeni çalışmalar sözü edilen
bilimlerin alt dallarının varlığını da açığa çıkarmış ve bu alt dallar
Kopernik, Galileo, Francis Bacon ve Kepler gibi bilim adamlarının
çalışmalarıyla etkinliğini sürdürebilmiştir. Ortaçağ üniversiteleri,
neredeyse ilk yıllarından itibaren bazı alanlarda uzmanlaşmışlardır.
Paris, Cambridge ve Oxford teoloji, kilise hukuku (canon law) ve Yedi
Özgür Sanat’a (Artes Liberales) odaklanırken, İtalya ve Güney
Fransa’daki üniversitelerde Roma hukuku ile Arapça ve İbranice
kaynaklardan tıp okutulmaktaydı [27].
Ancak tüm bu derslerin okutulması
Aristoteles’in Batı Dünyası tarafından yeniden keşfedilmesinden önceydi.
Aristoteles’in yeniden keşfedilmesinde Ortaçağ bilimsel, dini ve
felsefi yaşantısına önemli katkılarda bulunan Dominiken ve Fransisken
tarikatlarının etkisi büyük olmuştur. Bu iki tarikat zaman içinde farklı
çalışma alanlarına yönelmiş, Fransiskenler bilime, Dominikenler ise
felsefeye yönelik çalışmalar yapmışlardır. Dominikenlerin önemli düşünür
ve bilim adamlarından olan Albertus Magnus ve Thomas Aquinas skolastik
dönemin bilgi üretme ve eğitim sistemi olan skolastik yöntemin yeniden
yapılandırılmasında önemli rol oynamışlardır. Magnus ve
Aquinas’ın başlattığı bu yenilik dönemi Avrupa’yı Rönesans’a kadar
götürecektir. Fransiskenler içinde ise, Roger Bacon, Ockham’lı William,
Brabant’lı Siger, Bonaventura ve Dacia’lı Boethius gibi önemli
düşünürler vardı. 13. yüzyıl bilimsel düşüncesine damgasını vuran
Fransisken ve Dominikenlerin üniversite çevrelerine girmeleriyle Ortaçağ
düşünsel hayatında önemli sayılabilecek adımlar atılmıştır.
Dominikenler üniversitelerin gelişmesinde ve Hıristiyan düşüncesinin
sistemleştirilmesinde rol oynarken, Fransiskenler daha çok bilimsel
düşüncenin gelişmesinde etkili olmuşlardır [28].
Erken Ortaçağ’da temel bilimlere önemli ölçüde
katkıda bulunulmamış, önemli başarılara ulaşılan doğa felsefesi üzerine
yoğunlaşılmış ve bu dönemde Yunan-Arap (İslam) bilgisinin bir mirasa
dönüştürülmesi amaçlanmıştır. 12. yüzyılda Aristoteles’in çalışmaları,
Latince ve Fransızca’ya çevrilerek okutulmaya başlamıştır. Bu çeviriler
Ortaçağ üniversitelerinde temelde mantık ve doğa felsefesinden oluşan
eğitim programlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Mantık ve doğa
felsefesi gibi dersler Batı Avrupa Ortaçağ üniversitelerinde sürekli
olarak yaklaşık 450-500 yıl okutulmuştur. Paris, Oxford gibi büyük
üniversitelerin fen fakültelerindeki ders programlarında ise tıp, din
bilim (teoloji) ve hukuk dersleri önemli ölçüde yer almıştır. Yüzyıllar
boyunca doğa felsefesi, geometri ve astronomi doktora ve master
düzeyinde temel eğitim programında yer almıştır. Daha yüksek disiplinler
olan hukuk, tıp ve din bilim dersleri ise, lisans üstü eğitime kabul
için okunması gereken zorunlu dersler arasındaydı. Öncelikle doğa
felsefesi ve mantık biliminin öğretiminde bir kurumsallaşmaya
gidilmiştir. 4-6 yıllık yüksek öğretim doğa felsefesi ve mantık üzerine
temellendirilmiştir. 13. ve 15. yüzyıllar boyunca tüm Avrupa’da hatta en
doğuda yer alan Polonya’da bile doğa felsefesi ve mantık dersleri
üniversitelerin çoğalması ile birlikte yaygınlaşmıştır.
Üniversitelerdeki ders programları kilise ve idari yönetim tarafından
onaylanmadıkça uygulanamazdı [29].
Üniversitelerin tüm Avrupa’da yaygınlaşmasıyla
Aristoteles’in eserleri ve düşünceleri eğitim programlarının merkezini
oluşturmuştur. Üniversitelerde Aristoteles’in yanı sıra Gilbert de la
Porrée, Boethius, Bonaventura, Robert Grosseteste, Roger Bacon,
Theodoric Freiberg ve diğerlerinin de eserlerinden yararlanılmaktaydı.
Dinbilim eğitiminde ise, 14 yıl veya daha fazla bir süre Peter
Lombard’ın 12. yüzyılda yazılan “Book of Sentences”ları, patriklerin
yorum kitapları ve İncil okutulmaktaydı [30].
Ders programlarının yeniden örgütlenmeye
başlamasıyla farklı bilim dallarının da üniversitelerin ders programları
içinde yer almasını sağlamıştı. Erken yeniçağ Avrupa’sında Ortaçağ
üniversitelerindeki ders programlarında bir değişiklik olmamış sadece bu
programlar genişletilmiştir. Geleneksel olarak tüm üniversitelerde yer
alan trivium ve quadrivium’un yanına hukuk, tıp ve dinbilim eklenmiştir.
Bu genişleme 15. yüzyıldan sonra hız kazanmış, şiir, etik, tarih,
coğrafya, kimya, jeoloji, meteoroloji, doğa tarihi, iktisat, botanik,
fizik gibi konuların eklenmesiyle üniversitelerde yeni kürsüler açılmış,
bu da uzmanlaşmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda
Ortaçağ süresince bu bilimlerle ilgili yeteneklere sahip olan alt
dalların varlığı da açığa çıkarılmış ve bu alt dallar Kopernik, Galileo,
Francis Bacon ve Kepler gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla
etkinliğini sürdürebilmiştir [31].
Ortaçağ üniversiteleri neredeyse ilk yıllarında
uzmanlık çalışma alanlarını oluşturmuşlardır. Paris, Cambridge ve
Oxford dinbilim, kilise hukuku ve yedi özgür sanata odaklanırken İtalya
ve Güney Fransa’daki üniversiteler de Roma Hukuku ile Arapça ve İbranice
kaynaklardan tıp okutulmaktaydı [32].
Özellikle dinbilim ve felsefenin ağırlıklı
olduğu Ortaçağ üniversitelerinde öğretim üyeleri bildiklerini
öğrencilere aktarıyorlar, öğrenciler de sorular karşısında öğretim
üyelerinden öğrendiklerini aynen tekrar ediyorlardı. Yapılan
tartışmalar, gerçekleri ortaya koymak için değil, geçmişten beri
bilinenleri tekrarlamak ve güzel konuşma alışkanlığı kazanmak içindi.
Güzel konuşanlar genellikle tartışmalarda haklı çıkıyorlardı [33]. Bir
öğretim üyesi belirli bir ders kitabından (örneğin Aristoteles’ten)
alıntıları okur, standart yorumlarla o ders kitabını, o
metni öğrencilere aktarıp öğretirdi. Bu sözlü aktarım sonucunda ders
kitapları üzerindeki yorumlar tartışılırdı. Öğrenciler balmumu tabletler
üzerine ya da çok az da olsa parşömenler üzerine ders notlarını
kaydederlerdi. O dönem için kağıt üretiminin ve kullanımının az olması
nedeniyle her gün kağıt üzerine not almak oldukça masraflı idi. Ders
anlatmak ya da konferansın ötesinde tartışmalar yapmak, Ortaçağ
üniversitelerinde çok yaygın ve popüler bir öğretim yöntemiydi. Petrus
Abaelardus, tarafından geliştirilen bu yaklaşım, iki ya da daha fazla
öğretim üyesinin bir tartışma konusu açması, soru-cevap yöntemiyle
gerçekleştirilmekteydi. Bazen bu tartışmalar öğrenciler arasında birkaç
gün boyunca devam ederdi, öğretim üyeleri arasındaki tartışmalar ise
yıllar hatta on yıllar boyunca bile devam edebilirdi. Bu tartışmalar
sonucunda Batı Dünyası, Hıristiyan inancını sistematik olarak anlamayı
başarmış ve geliştirmiştir. Birçok tartışmanın merkezini Peter
Lombard’ın “Book of Sentences”ı oluşturmuş, Thomas Aquinas, Bonaventura,
Duns Scotus ve Ockham’lı William gibi Ortaçağ’ın ünlü düşünürleri bu
kitap üzerine eleştiriler yazmıştır. Eğitime başladıktan üç ya da dört
yıl sonra öğrenciler bir öğretim üyesi ya da öğretim üyeleri komitesi
tarafından sözlü sınava alınırlardı [34]. Eğer öğrenci bu sınavı geçerse
bachelor derecesi alır ve asistan öğretim üyesi olurdu. Sonraki iki ya
da üç yıllık eğitimin sonunda öğrenci geniş kapsamlı bir yazılı sınava
tabi tutulurdu. Bu sınavda da başarılı olur ise, ileri düzeyde bir
diploma alır ve öğretim üyesi olmaya hak kazanırdı [35].
İlk üniversiteler olan Bologna, Paris, Oxford,
Cambridge ve diğerleri yönetimde özgürlüklerini kazanmışlardı. Ancak bu
özgürlük aynı zamanda kendilerini finanse etme
zorunluluğunu da beraberinde getirmekteydi. Öğretim üyeleri ücret
karşılığı çalışmaktaydılar, bunun yanı sıra kendi öğrencilerinin de
geçimlerini sağlamak durumundaydılar. Örneğin, 1209 yılında kurulan
Cambridge Üniversitesi’nden bir grup öğrenci okul masraflarının yeterli
olarak karşılanmaması nedeniyle Oxford Üniversitesi’ne geçiş
yapmışlardır.
Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde öğretim üyeleri
bilgiyi özet olarak ifade etme yolunu seçmişti. Kitap sayısının azlığı
ve kitaba sahip olmanın çok zor oluşu nedeniyle öğretimde bu ilk
uygulamanın alternatifi yoktu. Öğretim üyeleri öğrencilerin
erişme imkanının çok zor olduğu kaynaklardan bilgileri aktarıyorlardı.
Öğretim üyeleri öğretmen merkezli ve etkileşimsiz bir öğretim yöntemi
uygulamaktaydılar. Öğretim üyeleri tüm sınıfa hitap etmekteydi, bununla
birlikte tüm kararların alınmasında, zamanın kullanılmasında ve
konuların seçiminde de yalnızca öğretim üyeleri yetkiliydi. Öğretim
üyesi ve öğrenciler arasındaki etkileşim nadir olarak görülürdü.
Ortaçağın ilk üniversitelerinde bir dersin işlenişi şu şekilde
karakterize edilebilir: Günümüz üniversitelerindeki ders işleme şekliyle
karşılaştırıldığında, dersin işlenişi tümüyle sinir bozucu olarak kabul
edilebilir. Öğrenci derste anlamadığı bir noktayı sorduğunda, öğretim
üyesi ilk seferinde öğrencinin sorusunu cevaplar, bir başka soru sorması
halinde ise büyük olasılıkla öğrenci sorusuna cevap alamazdı. Öğretim
üyesi konuyu tümüyle anlatma ve belirli bir zamana sığdırma kaygısıyla
dersi sürdürürdü. Birkaç gün içinde aynı öğrenci tekrar söz istediğinde
ya da soru sorduğunda öğrencinin bu davranışı dikkate alınmazdı. Böylece
sınıfta hiç kimse öğretim üyesine ikinci bir soru yöneltemezdi. Bir
başka üzücü nokta ise öğretim üyesinin derse ilişkin olarak tutturduğu
notlardır. Bu notlar öğrenciler tarafından üzerinde durup
düşünülmeksizin aynen yazılmalı, yani kopya edilmeliydi [36].
Bu tarz bir eğitimden geçen öğrenci başarısız
olduğunda ise, bunun nedeni ya öğrencinin derslerine yeterince önem
vermediği ya da kavrama beceriksizliği olarak görülürdü. Ortaçağ’da
birçok üniversite öğrencisi, klasik öğretmen merkezli eğitim ve öğretim
uygulamasına tabi tutulmuştur. Özellikle Erken Ortaçağ boyunca
etkileşimli öğretimin uygulandığı okullar çok az ve sınırlıdır. Etkileşimli öğretim yönteminin uygulandığı
okullarda öğretim üyeleri öğrencilerin en aza indirgenmiş olan ilgi ve
katılımlarını en üst düzeye çıkarabilmek için çaba sarfederlerdi.
Öğretim üyesi, tüm derslere konuyu özetleyerek başlar, daha sonra küçük
gruplar halinde ya da tüm sınıfa konuyu açıklayıcı aktiviteler
yaptırarak konuyu açıklar ve gerekli gördüğü zaman öğrencilerden geri
bildirimler alırdı. Etkileşimli derslerde öğrenciler ders esnasında daha
az düşünme fırsatı bulurlardı; öğrenciler ders işlenirken öğretim
üyesinin sorduğu sorulara da cevap vermek durumundaydılar; derste konu
tartışılırken düşüncelerini ortaya koyma şansları ise daha yüksekti. Her
iki grubun öğrencileri de aynı sınava tabi tutulur, öğrencilerden
derslerde öğrendikleri yazılı olarak istenirdi. Her iki grubun performansı hemen hemen birbirine eşit olmasına rağmen öğrencilerin davranışlarında belirgin farklılıklar gözlenmekteydi [37].
Ortaçağ üniversitesinde yoğun, disiplinli ve
sıkıcı bir öğretim programı ve kampus yaşamından söz edilebilir. Bir
Ortaçağ üniversitesi öğrencisi için gün kampus bekçisinin tüm şehirde
yankılanan alarmıyla sabah saat 5’te başlardı. 5’ten 6’ya kadar
toplanırlar ve saat 10’a kadar ders görürlerdi. Ders sonunda pek
lezzetli ve hoş olmayan bir çorba ve az biftek vb.den oluşan bir öğle
yemeği yenirdi. Öğle yemeğinden saat 5’e kadar derse devam edilirdi.
Akşam yemeğinden sonra yatma saati olan 9 ya da 10’a kadar öğrenciler
ödevlerini yaparlardı. Bu program ancak ibadet günlerinde ve dini
bayramlarda yani üniversitelerin kapalı olduğu günlerde bozulurdu. Tatil
günlerinde öğrenciler seyahat edip oyun oynarlar ve bazen kampus
dışında da araştırma yaparlardı. Bu şartlar altında çeşitli nedenlerle
öğrencilerin yaklaşık olarak 3/2’si altı yıllık zorunlu eğitimi
tamamlayamayıp öğretim üyesi olamazlardı. Bu başarısızlığın önemli
nedenlerinden biri öğrencilerin şehirlerdeki eğlence merkezlerinde vakit
geçirmeleridir. Bir diğer neden ise öğrencilerin 12 yaş gibi erken bir
dönemde üniversite eğitimi için evlerinden ayrılmaları ve yetişkin bir
insan gibi davranmayı öğrenecek sağlıklı bir çevreyi her zaman
bulamamalarıdır [38].
Eğitim-öğretim, kampus yaşamı ve idari
yapısıyla ele aldığımız Ortaçağ üniversitelerindeki eğitim sayesinde
fakir halkın ve gençlerin belli bir statü ve güç kazanması sağlanmıştır.
Kendi koruyucu çevresi içerisinde studium generalé olarak da adlandırılan
Ortaçağ’ın ilk üniversiteleri, modern çağdaki üniversitelerin gelişmesi
için dönemin karmaşık entellektüel yapısı ve politik müdahalelere
rağmen duraksayarak da olsa hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Eski
Yunan ve Roma’nın felsefi öğretim ve araştırma kuruluşlarının mirasçısı
olarak üniversiteler, Hıristiyan Batı ve İslam Doğu toplumunda genel
dini örgütlenmeler içinde kendine özgü eğitim-öğretim sistemleriyle yer
almışlardır. Zamanlarını skolastik felsefeye, dinin açıklanmasına ve
öğretilmesine ayırmışlardır.
3. Sonuç
9. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar İslam
Medeniyeti’ndeki bilimin düzeyi –özellikle temel bilimler ve tıp- Batı
Avrupa’dan oldukça ileridedir. Aristoteles’in “doğa felsefesi”nin 13.
yüzyılda tekrar ele alınarak incelenmesi din ile bilim arasındaki bazı
önemli sorunların çözümünde etkili olmuştur. Ortaçağda ilk
üniversitelerin doğa felsefesini benimsemesinde ise Dominiken ve
Fransisken tarikatlarının etkisi görülmektedir. Ortaçağ Batı Dünyası’nda
kurulan ilk üniversiteler doğa felsefesini korumayı ve geliştirmeyi
başarmıştır. Böylece dini doktrin ve dogmaların koruyucusu olan kilise
ve din adamları zamanla Aristoteles’in doğa felsefesi yaklaşımını
kabullenmişler ve bunun sonucu olarak din ve bilim arasındaki uzlaşma
çerçevesinde Ortaçağ üniversiteleri varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Eğitim-öğretim program ve yöntemleri, kampus yaşamı ve ayrıcalıklarıyla
Ortaçağ’ın ilk üniversiteleri olan studium generalélerin gelişimi
Ortaçağ’ın dini ve idari baskısı altında oldukça yavaş olmuştur. Bugünkü
anlamda üniversite modelinin 13-14. yüzyıllar arası Geç Ortaçağda
oluşmaya başladığı görülür. Üniversiteler Ortaçağ’ın çeşitli
dönemlerinde dini, siyasi ve ekonomik yönden desteklenerek saygınlık
kazanmış, ayrıcalıklı kurumlardı. Ortaçağda bilimsel düşüncenin
şekillenmesinde önemli bir rol üstlenmiş olan üniversiteler halen doğa
felsefesini yaymakta ve bu nedenle geleneksel olarak bilimsel sorgulama
misyonunu devam ettirmektedir.