İnka Medeniyeti Hakkında Herşey
İnkalarGüney Amerika’nın başlıca üç medeniyeti; Aztek, Maya ve İnka hakkındaki bilgileri İspanyol fetihçilerin kayıtlarından elde ediyoruz. Bunlar tabii ki çok yanlı kayıtlar; böyle bir fethi haklı çıkarmak amacıyla bölgedeki idari sistemleri kötülüyorlar, tiranlıkla suçluyorlar, halkı kurtardıklarını iddia ediyorlar; halkın çok ilkel olduğunu, vahşi tapınma şekillerinin olduğunu vurgulayıp, onlara medeniyeti getirdiklerini iddia ediyorlar. Bu iddiaları Aztek ve Maya kayıtlarına başvurarak çürütmenin mümkün olmasına karşın, belki de fethin vahşetini en fazla yaşamasına rağmen İnka medeniyeti açısından, aynen Atlantis medeniyetinde olduğu iddia edildiği gibi, yazı sisteminin olmayışından dolayı böyle bir karşılaştırma mümkün olamamıştır. Bu da bizlere Filozof Jorge Angel Livraga’nın “Tarihi kazananlar yazar” sözünü anımsatıyor. Bu türlü kayıtlar söz konusu olduğunda, 1532-1592 yılları arasında yaşamış olan İspanyol asker ve araştırmacı Pedro Sarmiento de Gamboa’nın History of Incas – İnkaların Tarihi adlı kitabı karşımıza çıkıyor. Pedro Sarmiento Meksika’da 2 yıl, Peru’da ise 20 yıldan fazla bulunmuş. Kitabı gözden geçirdiğimizde son derece yanlı olduğunu; “başlangıç mitosları”nın anlatımında, kitaptaki deyimle bu “barbarlar”ın halkı kandırıp tiranlıkları altında ezmek amacıyla bu mitosları nasıl organize olup uydurduklarını çok detaylı bir mizansenle aktarmış olduğunu, “İnkalar”ı (bu terim idareciler için kullanılıyordu) vahşi tiranlar olarak tanıtmakla kalmayıp, soy geçmişleri hakkında bazılarının evlilik dışı doğduklarını belirtmiş ve yer yer hakaret tarzı terimlere de yer vermiş olduğunu görüyoruz. Kitabın sonunda ise halkı bu vahşi, soyu belirsiz tiranlardan kurtaran misyonerlere övgüler yağdırıp zamanın idarecilerine; Justin II, İspanyol krallarına; Lovy the Goth, John III Supreme 1533, Charles V ve de Papa Paul III’e de minnettarlığını belirtmektedir. Bütün bunlara karşın, sihirli bir yüzük ve sihirli mürekkep taşıdığı iddiasıyla Engizisyon tarafından tutuklanıp sonradan da serbest bırakılmıştır. Daha sonraları ise 1830-1916 yılları arasında yaşamış olan İngiliz yazar ve coğrafyacı Sir Clements Robert Markham, Sarmiento’nun söz konusu kitabını İngilizceye çevirmiş ve Incas of Peru adlı bir kitabı kendisi kaleme almıştır. Markham aynı zamanda 1893-1905 yılları arasında Royal Geographic Society – Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nin de başkanlığını yapmıştır. Bütün bunlar, kitapçıların raflarında Aztek ve Mayalar hakkında birçok esere rastlamamıza karşın İnka medeniyeti hakkında çok az kaynağa sahip olmamızı açıklamaya yeter sanırız. Pek tabiidir ki günümüz araştırmacıları belirgin şekilde yanlı olan kaynakları kullanmamayı yeğlemişlerdir. Biz ise tarihin bu sayfasını mümkün olduğunca tarafsız anlatmaya yönelik, bilimsel araştırmalardan ve tarafsızlaştırılmış metinlerden yararlanmayı uygun gördük. Maalesef bu kadarı tarihin nispeten yakın dönemini, ancak kabaca anlatmaya yetebiliyor. Uzun bir süre daha bu medeniyet saklı kalacağa benziyor. Nispeten yakın tarih diyoruz, zira çok daha geçmişe dayanan eski Yunan, Hitit, Sümer, Akad, Babil ve hatta eski Mısır gibi medeniyetlerin çoğu hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. Bu arada önemli bir noktaya değinmekte de yarar var. Orta Asya ve Türk halklarıyla Amerika yerlileri arasındaki kültür benzerlikleri fark edildiğinde, buna tek neden olarak çok eski devirlerde Orta Asya’dan Amerika kıtasına Bering boğazı yoluyla göç teorileri ortaya sürülmüş olmasına karşın olası diğer görüşleri de göz ardı etmemek gerekir. Bu iki ayrı bölge arasındaki dil benzerlikleri de hayli ilginçtir. Örneğin Mayaların koloni devri kutsal yazıtları Chilam Balam olarak adlandırılır. İnkalarda Ata başlangıç ekli adlara rastlanmaktadır. Bu noktada Filozof Jorge Angel Livraga’nın[2] Thb adlı eserinde, “….. eski efsaneler, bilinen uygarlıklar ve Taş Devirlerinden daha önce yer alan ve iki uygarlık arasında geçiş dönemi oluşturan bir devirde, Atlantis adında bir kıtanın varlığından söz ederler. 850.000 yıl önce meydana gelen ….. bir dizi korkunç afet sonucunda, gezegenimizin çehresinde ve ekliptik düzlemine göre eğik olan ekseninde büyük değişiklikler meydana gelir. Büyük Atlantis, Hinduların Ruta ve Daitya dedikleri iki kıtaya bölünür ve dünyanın eksenindeki değişiklik nedeniyle and sıradağları, Amerika ve bugün tanımladığımız şekliyle Avrupa’nın bir kısmı çıkar ortaya. ….. insanlık hemen hemen tamamen yok olur, geriye kalanların birçoğu barbar bir primitizm içine düşer. ….. uzun bir süre sonra ve günümüzden yaklaşık yedi yüz asır önce, Atlantis’in son kalıntısı, Platon’un da tarif ettiği ve görünüşe göre dünyanın başka yerlerinde de kolonileri bulunan Poseidonis adası olarak çıkar karşımıza. …” Filozof, Atlantis’in Son Prensi Ankor adlı eserinde de bu konuya değinir. Atlantis’in başına açtığı bu felaket sonrasında kurtulanların bir kısmının Güney Amerika ve dünyanın çeşitli bölgelerine göç ederek oradaki halklara medeniyetlerini taşıdıklarına dair de görüşler mevcuttur. Buna göre bir devrin sonlarında, şimdilerde ayrışıp değişik topluluklara bölünmüş bir halk topluluğunun, bir sonraki devrin başlangıcındaki başka bir halk topluluğuna kültürünü taşımış olması mümkündür.
İnka’ nın Kökenine DairEski Peru medeniyetleri takribi MS 700-1100 (Peru arkeolojik devirlerine göre) Middle Horizon – Orta Ufuk Dönemi’nde hüküm sürmüş olan TIAHUANACO ve 13. yy birinci yarısı – 1532 Late Horizon – Geç Ufuk Dönemi’nde hüküm sürmüş olan, TAHUANTINSUYU adıyla da tanınan İnka devletleridir. (İnka medeniyetini daha iyi kavrayabilmek amacıyla önceki medeniyeti de kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.) Tiahuanaco şehrinin kalıntılarına bugünkü Bolivya’da, Titikaka Gölü’nün 21 km kuzeydoğusunda, deniz seviyesinden 4000 m yüksekteki Altiplano’da rastlanmıştır. Tiahuanaco rahip krallar tarafından yönetilen bir teokratik devletin başkentiydi. Bu devlet son milenyumun bitiş yüzyıllarında tüm güney Peru’nun gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Etkisini barışçı bir yolla uçsuz bucaksız yüksek düzlüklerde olduğu kadar kıyı bölgelerde de göstermiştir. Böylece Tiahuanaco, zamanının askeri devleti olan Peru andlarının Huari’nin (Wari) aksine pasifist (saldırgan olmayan) kültürel bir misyonu yerine getirmiştir. Bu döneme ait dinsel bulgular öncelikli olarak ve çoğunlukla arkeolojik bulgulara dayanmakla birlikte, 16. yy kronolojik kayıtlarının da katkısı küçümsenemez. Tiahuanaco dini, gökyüzü ve yıldırım tanrısı Viracocha kültüne odaklanmıştır. İlah genelde iki elinde değneklerle ve başının etrafında da bir hale ile tasvir edilmiştir. Hale, Tiahuanaco’daki meşhur Güneş Kapısı’nın üst tarafındaki alçak kabartmada ve seramiklerde resmedildiği gibi, güneş tanrısının niteliklerini akla getirmektedir. Buna karşın, değnekler Viracocha’nın geçmiş atası, ondan neredeyse bin yıl kadar daha eski olan Kuzey Peru’daki Chavin gökyüzü tanrısını hatırlatmaktadır. Ona eşlik edenler ise çeşitli sınıflardan ilahlar olup panter, akbaba, şahin ve yılan olarak tasvir edilmişlerdir. Viracocha, bariz derecede daha militan karakteristiklere sahip olmak kaydıyla, Huariler tarafından da baş tanrı olarak kabul görmüştür. Tiahuanaco’nun baş hükümdarı hem kral hem de yüksek rahip olarak kabul görmekle kalmayıp, Viracocha’nın yeryüzündeki vücut bulmuş hali olarak da tanımlanmıştır. (Kelm 1990: 524-528) Kronolojik kayıtlara göre Tiahuanaco vatandaşları Viracocha’lar olarak adlandırılmışlardır. Viracocha[4]; beyaz uzun elbiseler, sandaletler giyen, asa taşıyan, açık tenli, beyaz sakallı olarak da tarif edilmektedir. Ayakları altında uzanmış yatan puma vardır. Bu şekilde, barışsever bir tanrı olmasına karşın, korkunç jaguar tanrısını da alt etmiş olduğu betimlenmektedir. At üzerindeki Sen George’un mızrağıyla ejdere karşı savaşını da bizlere anımsatıyor. Kulmar bu betimlemenin Tiahuanaco’nun uzaklardaki savaşçı Peru kültürlerine karşı barışçı misyonunu akla getirdiğini belirtiyor. Sen George ve hemen hemen tüm mitoslarda karşımıza çıkan kahramanın iç savaşını da vurguladığı muhakkaktır. Efsaneye göre kısa elbiseli kötü insanlar kutsal göle gelip Viracocha’yı giyim tarzından ve nazik davranışlarından dolayı alaya alarak kuzeye doğru sürmüşlerdir. Zaman içinde o da yüksek ovalardan kıyıya inmiş, bir gün mutlaka geri döneceğine söz vererek okyanusun üzerinde kaybolmuştur. (Sejourne 1992: 215, 258) 1921 yılında, yaklaşık 25 yıl kronoloji kayıtları, dil bilimi ve arkeoloji bulguları üzerinde çalışmaları bulunan, bu yüzyılın ilk yarısının önde gelen Peru kültürleri araştırmacılarından Jose de la Riva-Agüero y Osma “Paleo-Quechuan İmparatorluğu Teorisi”ni yayınlamıştır. Bu teori esas olarak Tiahuanaco’nun İnka İmparatorluğu’nun ilk beşiğini teşkil etmiş olması ve İnka’nın[5] kendilerinin bir zamanlar göç etmiş olan Tiahuanaco halkının üst sınıfı olduğu hipotezi üzerine odaklanmaktadır. Riva-Agüero ayrıca; Quechuan’lar, Aymaran’lar ve Araucanian’ların; benzer diller konuşan, antropolojik açıdan benzer olan, soyları aynı atalara dayanan bu genç halkların aynı kadim ulusa ait olduklarını da iddia etmektedir. Riva-Agüero bu atalar için paleo-Quechuan’lar terimini kullanmıştır. (Busto I s.a.: 186-194) Bu dönemde bile Aymaran’lar Titikaka Gölü etrafında yerleşmişlerdir. Kadim dönemlerdeki başka yerlerden göçlerinin ve buradaki halkı boyun eğdirerek göçe zorlamalarının arkeolojik izleri hâlâ duruyor. Arkeolojik bulgular da Aymaran’ların bu bölgelere daha sonradan başka bölgelerden göç ettiklerini desteklemektedir. Riva-Agüero’nun spekülasyonlarına göre, paleo-Quechuan’lar göçe zorlandıkları birçok bölgelerin yanı sıra İnka’nın daha sonraki yerleşim bölgesi olan Cuzco vadisine de sürülmüşlerdir. Kronolojik bilgiler İnka’nın ilk hükümdarı Manco Capac’ın Tiahuanaco’dan gelmiş olduğunu belirtir (Vega 1988: 34-37). Ayrıca Quechuan’larla Aymaran’lar arasında süregelen düşmanlığı, sürülenlerin istilacılara karşı duydukları öfke olarak tanımlamak mümkün olmaktadır. Agüero; Quechuan ve Aymaran dilleri arasındaki benzerliği ortak bir ilksel dile, ihtimalen paleo-Quechuan diline, dayandırmaktadır. Arkeolojik bulgular da Aymaran’ın dışarıdan göçünü doğrulamaktadır. Titikaka etrafındaki “chullpa”ların, gömü tepeciklerinin, Aymaran’lara ait oldukları sanılmakta. Buna karşın buralarda daha önce yaşamış olan Tiahuanaco’da aynı İnka gibi mumyalıyorlardı. Ayrıca Tiahuanaco’nun altın devrine ait olan çömlekler ile İnka’nınkiler de benzerdirler. Buna karşın Aymaran’ların seramik eşyaları oldukça farklıdır. Aymaran’ların giysileri Quechuan halkının giysilerinden daha kısadır. Agüero ve Kulmar’a göre bu durum, uzun elbiseli Tiahuanaco’ların gidişlerine dair efsaneyi desteklemektedir. Kronolojik bilgiye göre Tiahuanaco’lar, Montesino’lar; Tiahuanaco’nun rahip krallarıydı, veya başka bir deyişle de los amautas tanrılarının kültünü kurtarmak amacıyla ülkeyi terk ettiler (Busto I s.a.: 191). Yine aynı araştırmacıların görüşlerine göre bu durum İnka’nın, savaşçı Aymaran’lar “los piruas” tarafından Tiahuanaco’yu terk etmek zorunda bırakılan, üst sınıfa dayandığına dair başka bir kanıtıdır. İnka, Titikaka bölgesini önceki yuvası olarak görmüş ve Viracocha’ya onlara Cuzco şehrini yapmalarını söyleyen tanrı olarak saygı duymuşlardır. Daha sonraları ise Viracocha’ya dayanan efsane İnka dininde önemli olmuştur. Toparlarsak, Tiahuanaco kültürünün kurucularının, Quechuan’lar ve Aymaran’ların doğal ataları olan paleo-Quechuan’lar olduğunu söyleyebiliriz. Bir ihtimal, savaşçı Aymaran’lar, Tiahuanaco’yu 10.-11. yy’da çökertmişler ve üst sınıfın büyük çoğunluğunu kuzeye, Quechuan’a soy olarak yakın kabilelerin yerleşik olduğu dağ vadilerine sürmüşlerdir. Riva-Agüero’nun hipotezi Peru tarihçilerinin çoğunun benimsediği bir teoriye dönüşmüştür. Sonuç olarak İnka, Tiahuanaco’nun kültürel ve genetik devamıdır. Arkeolojik bulgulara göre; Quechuan mülteciler Cuzco vadisindeki soy olarak yakın hissettikleri kabilelere 12. yy’ın başlarında ulaşmışlar ve orada bir şehir devleti kurmuşlardır. İnka hükümdarı Pachacutek Yupaqui savaşçı Chanca’ları bozguna uğratmış, diğer Quechuan şehir devletlerini idaresi altına almıştır. 1532’deki İspanyol istilasına kadar tüm Peru, kuzey Şili, kuzey Bolivya ve güney Ekvator bu büyük imparatorluk tarafından yönetilmiştir. Bu döneme ait dine ilişkin arkeolojik bulgular oldukça çoktur ve 16.-17. yy detaylı İspanyol kronolojileriyle de karşılaştırılabilir. (Kauffmann Doig 1991: 78) İnka medeniyetinin en üst derecedeki ilahı başlarda Viracocha olarak tanınan ve sonraları Pachacamac adını almış olan göksel yüce varlıktır. Başlangıçta Pachacamac orta Peru’da Lurin vadisinin gök tanrısı olmasına karşın, adı İnka’nın gök tanrısına da verilmiştir. İnka devleti dininin esas tanrısı, güneş tanrısı İnti’dir. İnti, Quechuan’ın tabiat totemi veya belli bir kabilenin tanrısı da olabilir. İnka panteonundaki belli başlı başka bir ilah ise, Tiahuanaco’nun gökyüzü tanrısından ayrı olmasına karşın, orta Peru kabilelerinin yıldırım tanrısından adını almış olan yıldırım tanrısı İllapu’dur. İnka’nın kültür kahramanı addedilen ve halka kültürü getirdiğine inanılan Viracocha, sonradan tekrar geri döneceğine söz vererek Pasifik’e doğru yola çıkmıştır (bizlere eski Mısır ve Yunan’daki Hermes’i anımsatıyor). (Kulmar 1999: 101-109) İnka mitleri “yaradılış mitleri” ve “köken mitleri” adları altında iki gruba ayrılır. I. Kısaca Yaradılış Mitleri Hakkında Dünya, Titikaka Gölü yakınlarında Viracocha tarafından yaratılmıştı. Büyük sel felaketinden sonra suların geri çekilmesiyle, Viracocha yeryüzüne indi ve bitkileri, hayvanları, insanları yarattı; Tiahuanaco şehrini inşa etti ve dört dünya yöneticisini atadı. Bunların arasından Manco Capac, “Ursa Majör Dünyası”nın – “Kuzey Ufuk”un idarecisi oldu. (Busto II 1981: 7) II. Kısaca Köken Mitleri Hakkında II.1. Ayar Kardeşler Hakkındaki Mitler Viracocha tarafından yaratılan 4 çift kız ve erkek kardeşler Pacaritambo dağındaki mağaradan dünyayı yönetmek üzere ayrılırlar. Bu sırada tüm dünya insanları medeniyetten uzak, cahil bir hayat sürüyorlardı. Bu yeni gelenler insanlığı organize etmeye başladılar ve onları on büyük topluluğa ayırdılar. Bu kavimlere önderlik eden erkek kardeşler onları doyuracak bereketli topraklar aramak üzere yola koyuldular. Onlar yanlarında kendilerine yararlı önerilerde bulunmaları için kutsal objelerle birlikte, Surtunpaucer – içinde güneş kuşunu barındıran renkli tüylerle bezenmiş uzun kafesi de taşıyorlardı (araş.: Bu da bizlere Musa ve kavminin 12 bölüm halinde tebernacle-çadır tapınak ve ahit sandığı eşliğinde, önderliğinde çölde ilerleyerek kendilerine yerleşebilecek bir toprak arayışlarını anımsatıyor – Eski Ahit-Exhodus). Uzun ve kısa konaklamalarla Cuzco’ya doğru ilerliyorlardı. Uzun yolculuk sırasında grup küçülmeye başladı; birbirleriyle çekişen kardeşler birini mağaraya hapsettiler, ikisi ise kaçmak isterlerken taşa dönüştüler. Sonuçta tek hayatta kalabilen kardeş Ayar Manco veya Manco Capac, kızkardeşi ve karısı olan Mama Ocllo ve ölen kardeşlerinin karılarıyla birlikte, Yaradan Viracocha ve Güneş Tanrısı İnti adına Dünyanın Kutbu olan şehri buldu ve halkıyla birlikte oraya yerleşti. II.2. Manco Capac ve Mama Ocllo MitiUzun zaman önce yeryüzü yabaniyken, sefalet ve yoksulluk içindeyken, evli bir çift olan iki kardeş, Manco Capac ve Mama Ocllo, Titikaka Gölü’nden yola çıktılar. Güneş Tanrısı İnti onları çevre halklarına medeniyeti öğretmeleri için görevlendirmiş ve onlara toprağın bereketini ölçüp uygun bir yerleşim yeri bulabilmeleri için altın bir değnek vermişti. Onların da böyle bir yer bulduktan sonra devleti kurup insanlara düzgün bir hayat yaşamayı öğretip güneş tanrısına ibadeti yaymaları gerekmekteydi. Yolculukları oldukça uzun bir zaman devam etti. Belli bir zaman sonra Cuzco vadisine ulaştıklarında altın değnek toprağın içinde yok oldu ve böylece Manco Capac halkına ziraatı, toprağı sulamayı ve el işçiliğini öğretirken, Mama Ocllo ise kadınlara yün eğirmeyi, örmeyi ve dikmeyi öğretti. Manco Capac’ın kavmi zaman içinde “Hanan Cuzco” (Yüksek Cuzco) adıyla anılmaya, Mama Ocllo’nun akrabaları ise “Hurin Cuzco” (Daha Aşağı Cuzco) diye anılmaya başlandı. Şehir ve devlet Viracocha ve İnti, Güneş Tanrısı adına kuruldu ve böylece Cuzco’da Güneş Tapınağı inşa edildi. (Busto II 1981: 10-17) Mitlerin Tarihi ve Arkeolojik Olarak Yorumu: Kulmar ve Maria Rotsworowski de Diez Canseco’ya göre bu mitler İnka medeniyetinin başlangıcının Titikaka Gölü olduğunu belirtmektedir (Rotsworowski 1988: 31-34); yine aynı araştırmacılar arkeolojik bulguların da zaten bu durumu doğruladığını belirtmektedirler. Dünyanın dört idareciye teslim edilmesi konusunda da, İnka devleti Tahuantinsuyu’nun da dört büyük bölgeye ayrılıp dört ayrı vali tarafından yönetildiği belirtilmektedir. Akademisyenler bu iki mitin de aynı kaynaktan geldiği, ilkinin daha eski ve sözsel aktarıma dayandığı, diğerinin ise daha çok yazılı anlatıma dayandığı ve daha yakın bir tarihin anlatımı olduğu görüşünü desteklemektedirler. Bu iki versiyon da Ayar Manco veya Manco Capac’ın güneyden gelip Cuzco vadisine yerleştiğini anlatmaktadır. Bu da devletin Tiahuanaco orijinine dayandığı fikrini ve Quechuan elit tabakasının Aymaran işgalcilerinden kaçışını desteklemektedir. Yine aynı araştırmacılar İnka’nın yuvasının Titikaka Gölü’ndeki Güneşin Adası’nda (La Isla del Sol) olduğu hipotezini ileri sürüyorlar ve arkeologlara göre de burasının üst sınıf Tiahuanaco halkının yerleşim bölgesi olduğunu ilave ediyorlar. (Bu noktada, araştırmanın sonunda Blavatsky’nin [bak: dipnot 10] “Bir Gizem Ülkesi” seri makalesinden alıntı yaptığımız bölümde, “Küremizin en olağanüstü yersel çöküntüsünün ortasında yer alan Titikaka Gölü …..” şeklinde başlayan paragrafa dikkatinizi çekmek isteriz.) Görüşleri aktarmaya devam edersek; bu hipotez Manco Capac’ın güneş tanrısı tarafından yollanışını da açıklığa kavuşturmaktadır, zira bu ada “Güneşin Adası” adını güneş dininin İnka devlet dini olarak kabul görmesinden sonra almıştır. İlk versiyonda kardeşlerin insanları medenileştirmeleri için Viracocha tarafından gönderildiği anlatılmaktadır ve bu da ta ilk başlardan beri Viracocha’nın baş, esas tanrı olduğuna işaret etmektedir. Orijinal versiyondaki dört çift erkek ve kız kardeşler, Tiahuanaco’yu terk eden dört Quechuan kavmine işaret etmektedir. Evli çiftlerin bir kız ve erkek kardeşten müteşekkil olması ise, Quechuan kavminin “exogamous”, dışarı gruplardan evlenme geleneğine sahip olmasına, bu toplumun iki “frateria”, kardeşlik grubundan oluşmasına; erkeklerin bir kardeşlik grubuna, kadınların ise diğer kardeşlik grubuna dahil olmasına yorumlanabilir. Bu da ikinci mitolojik versiyondaki Cuzco’nun, Yüksek ve Daha Aşağı kardeşlik gruplarını da açıklayabilmektedir. Arkeolojik verilere göre Tiahuanaco 10. yy’da Aymaran’lar tarafından yıkılmıştır. İnka, Cuzco vadisine 12. yy sonunda varmış olduğuna göre, yüksek ve kurak Altiplano[6]’dan Manco’nun altın değneğiyle nemli ve verimli mısır arazilerine, kendi kavmi içinde mücadele ederek ve dışarıdaki topluluklarla da savaşarak, ulaşması birkaç yüz yıl almış olduğunu göstermekte. (Bu hikâye Eski Ahit’te, Yahudi kavminin Mısır’dan çıktıktan sonra meyve ağaçlarının yetiştiği, balla süt akan verimli topraklara ulaşma çabasında gösterdiği mücadeleler ile büyük benzerlikler göstermektedir. Belki de Eski Ahit’in alışılagelmiş düz yorumundan başka yorumlarını da incelemek gerekmektedir. Örneğin başlı başına muazzam bir ilim olan Zohar[7]’ın Eski Ahit’teki bu bölüme ilişkin anlatımları incelenip karşılaştırılırsa, dünyanın belli bir devirdeki geçiş süreci de daha iyi anlaşılabilir, veya İnka gibi saklı kalmış medeniyetlerin şifreleri biraz daha çözülebilir diyebilir miyiz?) Her iki versiyon da Yaradan Viracocha ve Güneş Tanrısı İnti adına Manco tarafından bir şehir inşa edilmesiyle son bulur. Başta Yaradan Viracocha kadim Tiahuanaco halkının gökyüzü tanrısıydı ve zaman içinde kültü terk edilmişti. Buna karşın İnti, İnka’nın kabile ilahıydı ve zaman içinde en yüce tanrı oldu. Daha sonraları panteonun baş tanrısının Pachacamac olduğunu Kulmar belirtmişti. Bundan sonra Viracocha toplumun kahramanlık mitiyle özdeşleştirilmiştir, zira:
Böylece Manco Capac ülkenin ilk yarı ilahi yöneticisi olarak resmi İnka hanedan soyunu başlatmış oldu. Başlarda bu medeniyet “kabile”den farklı değildi. İnka medeniyetinin ilk imparatoru Pachacutek Yupanqui önderliğinde altın çağına ulaşması iki yüz yıl daha sürdü. (Busto II 1981: 22) İki tanrıya birden adanmış bir şehir kurmak, fazlaca ihtiyatlı ve teokratik gözükmektedir. Tahuantinsuyu and devletinde: en yüce tanrı Viracocha, Manco’nun kavminin dünyayı yöneteceğini belirledi ve de Manco bunu uygulamaya Güneş Tanrısı İnti’nin irade ve rehberliğinde başladı. Böylece, İnka’nın medenileştirmeye yönelik misyonu teolojik bir nedene de dayanmış oldu. (Soriano 1990: 483-499) Aslında bizim bu son paragraftaki görüşe katılmamız hiç de mümkün gözükmüyor. Biliyoruz ki: bir devrin sonunda, yıkıntılar içinde doğum sancısı çeken yeni halk topluluklarına, bir önceki devrin halk topluluğunun bilgeleri tanrısal bir misyon üstlenerek, en seçkin bilgi birikimlerini adeta bayrak teslimi misali aktarmışlardır. (Aynı Jorge Angel Livraga’nın Atlantis’in Son Prensi Ankor’da hikâye tarzındaki aktarımıyla, batan Atlantis’in son medeniyetinin nasıl da canla başla, elinde kalan çok kısıtlı imkânlarla, yeni bir medeniyetin öncülüğünü yapabilmesi için, medeniyetin oradan yayılması için Mısır’a bir misyon yüklediğini görüyoruz. Muhakkak ki bu aktarımlar sadece bir yönde olmamıştır, Güney Amerika da bu aktarım merkezlerinden olmalı.) Yoksa, bu yeni halk toplulukları ilk ivmeyi kazanamadan nasıl her şeye sıfırdan başlayabilirlerdi? Bu mümkün olabilse bile insanın evriminin belli bir plan dahilinde gerçekleştiği de şüphe götürmez gerçektir. Bu durum nasıl bundan önceki devirlerde böyle olmuşsa, bundan sonrakilerde de aynı olması gerekmektedir, lineer gibi gördüğümüz dönenceli zaman ve evrim akışında bayrağı teslim etme misyonunu üstlenenler muhakkak olmalı. Yine Kulmar’a dönecek olursak: “Son olarak, bu köken mitleri, Quechuan’ların etnolojik merkeziyetçi dünya görüşlerini ortaya koyuyor: İnka kendi halkının tabii üstünlüğüne ve bilgeliğine inanıyordu; ve kaderinin, onlar kabul etse de etmese de, başka halkların gelişimlerine yardımcı olmak olduğuna inanıyordu.” (Nasıl da eski Mısır medeniyetinin tenkidiyle özdeş.) “Bu durum ülkenin ve başkentinin adından da anlaşılıyor. İnka İmparatorluğu’nun adı, Tahuantinsuyu; ‘pusulanın dört ana yönü’nü ifade ediyor (Vega 1988: 17) …..”, hatta bazı kronolojistlere göre de ‘kutup’u ifade ediyormuş. Bu bağlamda Türkçede kullanılan ‘ocak’ kelimesinin anlamına da dikkat çekmek isteriz. Nasılsa Kulmar çok detaylı ve sabırlı incelemeleriyle bizleri etkilemişken, bu araştırmanın sonunda istila zamanının taraflı araştırmacılarına; Vega’ya, Sarmiento’ya, vs kulak vererek, Tahuantinsuyu İmparatorluğu’nun emperyalistliğinden dem vurarak araştırmasını tamamlıyor. Bu arada İnka medeniyeti imparatorluğunun adı bizlerin kulağına hiç de yabancı gelmiyor, değil mi; Tahuantinsuyu. Ama lütfen, “İnka Medeniyetinin Araştırılması Hakkında” başlığı altında verilen bilgileri hatırlayalım ve artık neredeyse klişeleşmiş Bering boğazı teorisiyle yetinmeyip biraz daha geniş açıdan bakmaya çalışalım. Bir de şu her şeyi kendimize yorma kısırdöngüsünden çıkmaya bakalım… Ne demiştik; “….. bir devrin sonlarında, şimdilerde ayrışıp değişik topluluklara bölünmüş bir halk topluluğunun, bir sonraki devrin başlangıcındaki başka bir halk topluluğuna kültürünü taşımış olması mümkündür.” İnka Medeniyetiİnka medeniyetinin imparatorluk haline gelmesi, 1438’de İnka İmparatorluğu kabile reisi Pachacuti ve ordusunun İnka’nın en hayati şehri Cuzco’nun etrafındaki bölgeyi almasıyla başlar ve yıkılışı, yaklaşık 100 yıl sonra, 1532’deki İspanyol istilasına dayanır. Dört yüz yıl önce İspanyol istilacılar, bu medeniyetin altın ve gümüşten oluşan muhteşem hazinesini evlerine taşımalarıyla birlikte, o zamanki Avrupa ekonomik sisteminin etkilenip değişmesine sebep olmuşlardır. 1438’de İnka’nın başlattığı istilalar sonraki 50 yıl içinde, bugünkü Peru, Bolivya, kuzey Arjantin, Şili ve Ekvator’un kontrol altına alınmasına kadar sürmüştür. İnka tüm bu bölgeyi kapsayan, idareci ve az sayıda aristokratın yönetimi altında totaliter bir devlet kurmuştur. Çoğu kronolojik kayıt on üç imparator üzerinde anlaşır. İnka imparatorları; Sapa Inca, Capac Apu, Intip Cori gibi çeşitli unvanlarla anılırlar. Bunlardan ilk yedisi efsanevidir ve kabile dönemlerine aittir. Cuzco, İnka İmparatorluğu’nun merkeziydi ve hidrolik mühendisliği, tarım teknikleri, olağanüstü mimari, tekstil, seramik ve demircilikte gelişmişti. Krallar:
Tüm kronolojik kayıtlara göre İnka İmparatorluğu’nun hızlı büyümesi, tarihte büyük fatihlerden biri olan ve Amerika kıtasının önde gelenleri arasında yer alan, Viracocha’nın oğlu Pachacuti’nin 1438’de başladığı fetihlere dayanır. O, aynı zamanda çok üstün bir kent planlamacısıydı. Hâlâ ziyaretçileri hayrete düşüren Cuzco’daki birçok yapı Pachacuti’nin zamanına dayanmaktadır. Coğrafya:Tahuantinsuyu İmparatorluğu (Dört Yönün Arazisi) kuzeyden güneye, and sıradağları boyunca Kolombiya’dan Şili’ye 2500 mil; batıdan doğuya, kuru kıyı çölü Atacama’dan, buğulu Amazon yağmur ormanlarına kadar uzanıyordu. İnka, Himalayalar’a göre ikinci derecede yükseklikte ve sertlikteki and Cordillera’yı idare ediyordu. Günlük hayat 15000 feet kadar yükseklikte sürdürülebiliyorken, ritüel hayat Şili’deki Llullaillaco’daki gibi 22057 feet’e kadar sürdürülebiliyordu. Burası bilinen en yüksek İnka kurban alanıydı. Dağ yolları ve kurban alanları inşa edilmişti. Medeniyetinin doruğunda, İnka İmparatorluğu dünyadaki en büyük ulustu ve batı yarımkürede olabilecek en büyük yerli devletti. İnka hayret verici bir yol sistemine sahipti. Bunlardan biri neredeyse Güney Amerika’nın tüm Pasifik kıyısı boyunca ilerliyordu. İnka halkı and dağlarında yaşadığı için bu yolları inşa etmek muazzam bir mühendislik ve mimari beceri gerektiriyordu. Kıyı boyunca yollar kaplanmamıştı ve sadece ağaç kütükleriyle işaretlenmişti. İnka yüksek alanlardaki yollarını yassı taşlarla kaplıyordu ve yolcuları yükseklerden düşmeye karşı korumak için, yol kenarlarına taş duvarlar örüyordu. Bu yol sistemi, “her çeşit hava şartlarına uygun sistem” olarak tanımlanır; 14000 mili geçen İnka yolları şaşırtıcı bir şekilde otomobilin keşfinin adeta habercisi olmuştur. İletişim ve taşıma etkin ve hızlıydı; dağdakileri ve aşağıda, çölde oturanları Cuzco’ya bağlıyordu. Yapı malzemesi ve tören alayları, bugün bile belirgin şekilde iyi durumda olan, binlerce kilometrelik yollarda ilerliyordu. Bu yollar rüzgâr, sel, buz, kuraklık gibi aşırı tabiat şartlarına dayanacak şekilde inşa edilmişti. İnka’nın taşımacılığının ve iletişim ağının merkezi sinir sistemi Roma’ya rakip olabilecek üstünlükteydi. İnka kültürünün geçmişe dayanan kronolojik kayıtçısı olan Ciezo de Leon’un anlatımına göre; İnka yolları ne kadar vahşi ve ürkütücü arazi üzerinde ilerlerse ilerlesin, her zaman temiz, çöpten arınmış tutuluyordu ve yol boyunca kalabilecek yerler, depolar, güneşe adanmış tapınaklar, işaretler bulunuyordu. İnka halkı tekerleği kullanmıyordu, böylece tüm seyahatler yürüyüşle olabiliyordu. Yolculara yardımcı olabilmek amacıyla her birkaç kilometrede bir dinlenme evleri inşa edilmişti. Köprüler, nehirlerin karşı yakalarına geçmek için tek yoldu ve ne zaman yüzlerce köprüden biri tahrip olsa, hemen o yöre sakinleri mümkün olabilecek en kısa sürede tamir ederlerdi. Toplum:İnka toplumu ayllu diye adlandırılan -ailelerin bir araya gelmesinden oluşmuş- klanlar halinde yaşarlardı. Bu klanlar bir arada yaşarlar ve çalışırlardı. Her ayllu’nun yol gösteren, gözetleyen bir curaca veya şefi vardı. Patates en temel İnka yiyeceğiydi. Aristokrat sınıf Alpaka yününden yapılmış giysi ve sandalet giyerdi. Aynı zamanda birçok törende bu hayvan kullanılırdı. İnka toplum yapısında idareci, Sapa İnka ve hanımları, Koya’ların imparatorluk üzerinde sınırsız güçleri vardı. Onlardan sonra Başrahip ve Ordu Başkomutanı gelirdi. Arkadan Dört Apu’lar, bölgesel ordu komutanları gelirdi. Daha sonra ise tapınak rahipleri, mimarlar, idareciler ve askeri generaller sıradaydı. Bunları zanaatkârlar, müzisyenler, ordunun daha düşük rütbelerdeki askeri komutanları -yüzbaşılar ve de “quipucamayoc”, İnka muhasebecileri takip ederdi. Dipte ise sihir ve büyüyle uğraşanlar, çiftçiler, hayvancılıkla uğraşan aileler ve acemi askerler bulunurdu. İnka toplumu hiç duraksama göstermeyen süreklilikle yüzlerce yıl böyle bir sistemle yaşadı. Atahuallpa döneminde beliren açık tenli yabancıların gelişiyle aniden her şey değişti. Ölümcül veba tüm imparatorluğu kasıp kavurdu. Hayatta kalabilenler ise işgalcilerin top ve kılıçlarına maruz kaldılar. Lord Atahuallpa bile, işgalcilere hayatlarında görmedikleri kadar altını verince, gözü dönen düşman tarafından katledildi. Her çeşit el dokuması İnka halkı tarafından uygulanıyordu, hatta bunu yazı yerine de kullanıyorlardı. Ayrıca sanatsal anlamda çok güzel sayılan çömlekçilikle de uğraşıyorlardı. Müzik:Müzik törenin bir parçasıydı. İnka halkı metali eritmede ve kalıba dökmede ustaydı. Davul, zil gibi birçok çeşit müzik aletini pirinç ve taş gibi malzemelerden imal edebiliyordu. Nüfus:İnka toplumu zirvedeyken altı milyondan fazlaydı. Kabile, Paraca’lar gibi, başka kabileleri fethedip genişledikçe, İnkalar yalnızca her fethettikleri kabilenin yönetici sınıfını kendi kültürlerine entegre ederek pekişmekle yetinmeyip, ortak bir lisan da geliştirmişlerdir. Bu lisana da Quechua adını vermişlerdir. (Artık bu noktada, bazı akademisyenlerin ve fetih zamanı sözde araştırmacılarının ve hatta fetihçilerin iddia ettikleri gibi emperyalist bir toplumla karşı karşıya olmadığımıza, aksine eğiterek birleşime gitmeyi amaçlayan bir misyonun sergilenişine şahit oluyoruz.) Bu her zaman uygulanan entegrasyon, her katılan kabilenin tarihini, mitini, efsanesini kapsamaktaydı; hikâyeler kasıtlı olarak birleştiriliyor, birbirlerine uyarlanıyor veya bazen de değiştiriliyor, yanlışlıkla karıştırılıyordu. Bu uygulama ise İnkaların organizasyon ve yapılanma arayışının özelliğiydi. Amauta’lar (bilgelerden oluşan özel bir sınıf) halkların âdet ve göreneklerini, tarih ve efsanelerini inceleyerek, mitleri -gerekli olan zaman ve durumlarda inancın doğurduğu mucizeleri gerçekleştirmek veya örnek teşkil etmeleri veya onay ve yaptırımı birbirinden ayırabilmek amacıyla- tekrar tanımlıyorlardı. (Kısacası “hakikat”e ulaşıp birleşimi sağlayabilmek amacıyla eklektik çalışma yapıyorlardı, en iyilerini alıp karşılaştırmalı incelemeye tabi tutarak “hakikat”e mümkün olduğunca ulaşmaya çalışıyorlardı ve “hakikat”in ışığında “birleşim”e ulaşma çabası içindeydiler. İddia edildiği gibi kendi kültürlerini diğer kavimlere empoze ederek vahşi bir emperyalizm ve tiranlık sergilemiyorlardı.) Dil – İnançlar:İnka dili doğaya dayanıyordu. Bağımlı oldukları her şeyi, hatta bağımlı olmadıkları şeyleri bile kutsal olarak nitelendiriyorlardı. İnançlarına göre tüm ilahlar, varlığı sonsuzda ölümsüz olan, görünmeyen, mutlak güce sahip tanrı Viracocha veya Güneş Tanrısı tarafından yaratılmıştı. (Viracocha daha önceki bölümlerde “Yaradan”, İnti ise Güneş Tanrısı olarak belirtilmişti. Burada ise; Viracocha, Mutlak Birlik’teki “Yaradan” ve de aynı zamanda Güneş Tanrısı olarak anlatılmaktadır. Bu durum; Viracocha’nın, yaratımın başlangıcındaki ilk Güneş ve Yaradan, -yani diğer güneşlerin O’ndan yansıdığı ilk Güneş ve buna uygun olarak da “Yaradan”- olduğu, İnti’nin ise dünyaya en yakın Güneş’i tanımlayan bir ilah olduğu şeklinde yorumlanabilir.) İnka kralı; Sapan Intiq Churin veya Güneşin Yegâne Oğlu olarak algılanırdı. (Bu durum Hıristiyan inanışında İsa’nın, Tanrının oğlu olarak tanımlanmasıyla benzerlik gösterir; aslında üçüncü logos enerjisini, yaratılanı, evrimle menşeine dönme çabası içinde olanı simgeler; benzer şekilde Eski Mısır Osiris mitosundaki Osiris, İsis, Horus üçlü logosundaki 3. logos Horus gibi…)[9] İnka halkı oldukça dindardı. Kötü ruhlardan çekinirlerdi, onlara karşı önlem almak için büyücülere başvururlardı. Tekrar doğuma da inanırlardı ve geri dönen spirit – tinsel ruh için tırnak artıklarını, saçlarını ve dişlerini saklarlardı. Dünyanın sosyal ve dini merkezi, bir kaleden etrafa genişleyerek yayılan, Güneşin bir idari ağ şebekesi halinde dağıldığı merkez, Sacsahuaman, İnka için Cuzco’ydu. Burası İnka lordunun evi, kutsal Güneş Tapınağı’nın mekânıydı. İşte burada, tüm yapıların altın ve gümüşle süslendiği yerde, İnka’nın serveti tüm ihtişamıyla gözler önüne seriliyordu. İnka’nın servetinin sırrı mita sistemiydi. Bu ise İnka idari sisteminin her İnka üzerinde uyguladığı bir çeşit çalışma planıydı. Bir ailenin yıllık ihtiyaçlarını sağlamak için sadece 65 gün ekinde çalışması yeterliydi. Geri kalan zaman tapınak arazilerinde çalışmaya; köprüler, yollar, tapınaklar, teraslar inşa etmeye veya madenlerden gümüş ve altın çıkartmaya harcanıyordu. Bu çalışmalar her bin, her yüz, her on kişinin başındaki şefler tarafından kontrol ediliyordu. İnka halkı Toprak Tanrıçası Pachamama ve Güneş Tanrısı İnti’ye tapıyorlardı. İnka’nın hükümdarı, Tahuantinsuyu’nun ve İnka İmparatorluğu’nun lordunun, güneş tanrısının soyundan geldiğine inanılıyor ve kutsal addediliyordu. İnka’nın kökenine dair efsanede güneş tanrısının, İnka İmparatorluğu’nun kutsal şehri Cuzco’yu kurmaları için çocukları Manco Capac ve Mama Ocllo’yu dünyaya yollayışı anlatılır. İnka’nın kutladığı festivaller arasında, güneş şöleni olan İnti Raymi en önemli olanıydı. Apu İnti’ye (Güneş Tanrısı) tapınmayı amaçlıyordu. Her yıl Cuzco’nun en önemli ana meydanında, güney yarımkürenin kış gün dönencesi olan 21 Haziran’da kutlanırdı. Bu tarih patates ve mısır hasadının da sonuna rastladığından dolayı; Güneş’e, vermiş olduğu ve gelecekte vereceği ürünler için, minnettarlık sunulurdu. Ayrıca, Quechuan’lar sembolik olarak Güneş’e, çocuklarını (Quechuan’ları) terk etmemesi için dua ederlerdi; zira söz konusu dönem güney yarımkürede güneşin dünyaya en uzak olduğu zamandı. Hazırlıklar, Koricancha’da (Güneş Tapınağı), Aqllawasi’de (Seçilmiş Hanımların Evi) ve Haukaypata veya Wakaypata diye adlandırılan büyük ana meydanın kuzeydoğu kısmında gerçekleştirilirdi. Törenden belli bir zaman önce, tüm toplum oruç tutmaya başlar ve cinsellikten arınırdı. 21 Haziran sabaha karşı, şafaktan önce Cusquenian (Cuzco halkı) ileri gelen asilleri (İnka halkına ve Willaq Uma’ya [başrahip] başkanlık eden asiller), Haukaypata’da (ana meydanın tören bölümü) hazır bulunurlardı. Geri kalan diğer asil halk Kusipata’ya (ana meydanın güneybatı kısmı) yerleştirilirdi. Bundan önce, “Mallki” (asil halkın mumyaları) töreni izlemeleri amacıyla getirilip bu ayrıcalıklı bölgelere yerleştirilmiş olurdu. (Bu tarz, şimdilerde bizlere garip gelen bu uygulamayı, dünyanın bazı topluluklarında, mesela Madagaskar’da, belli sene aralıklarında, ölülerin mezardan çıkarılıp yeni giysiler giydirilerek, yemekli büyük törensel kutlamalarda açık alanda kurulan sofralara oturtulduğunu bu devirde de görebiliyoruz.) Gün doğumuyla birlikte, halk Güneş Tanrısını much’a (İspanyolcada mocha) defalarca tekrar edilerek sürdürülen -parmak uçlarıyla- sembolik öpücüklerle karşılarlardı. (Bizlere, -Eski Mısır’da, baharda, güneş ışınının belli açıdan geldiği, yılın özel bir gününde gerçekleştirilen, “heykel ve mumyaları” güneş enerjisi ile besleyip hareket verdiğine inanılan, -canlandırma, harekete geçirme- büyüsel, gizemli bilgiyi içeren törenleri anımsatmakta). Bundan sonra halk alçak sesle ağırbaşlı ilahiler söylemeğe başlar ve daha sonra bu şarkılar wakay taky (ağlatan, duygusal, içli) hale dönüşürdü. (Tasavvuftaki zikir törenlerinde, uzakdoğudaki mantra şarkılarında, Kızılderililerde, Afrika, Avustralya yerlilerinde, Şamanlarda vs rastlanılan -törenlerde geçici tanrısal bağı kurmaya yönelik, kendinden geçirtip tinsel bağı kurmaya yönelik- ritüellerdeki gibi…) Bunu takip ederek, Güneşin Oğlu (İnka Kralı), iki eline iki tane som altın büyük tören kupası -akilla- alırdı (ki bunların içlerinde Aqllawasi’de [Seçilmiş Hanımların Evi] imal edilmiş olan Aqha [chicha -mısır birası] bulunurdu). Sağ eldeki içecek Güneş’e adanıp, ana meydanı Güneş Tapınağına bağlayan altın bir kanala akıtılırdı. İnka diğer eldeki kupadan bir yudum içer ve kalanını yanında bulunan diğer asillere yudumlayarak içmeleri için uzatırdı. Daha sonra ise chicha tüm katılanlara bu şekilde ikram edilirdi. (Bu bizlere Katoliklerde İsa’nın kanını ve bedenini temsil eden -ekmek ve kırmızı şarap-, “Son Akşam Yemeği”ne atfen uygulanan töreni anımsatmakta.) Bazı tarihçiler, bu törenin Koricancha (Güneş Tapınağı) içinde başladığını ve burada güneşi temsil eden çokça parlatılmış altın kütleye güneşin ışınının kör edici parlaklıkta yansıtılmasını aktarmakta. (Bu durum yukarıda bahsedilen Eski Mısır’ın, muhtemelen piramit içinde ve tapınaklarda gerçekleştirilen gizemli törenleriyle bağdaştığından, daha gerçekçi bir görüş olarak değerlendirilebilir. Eski Mısır’a dair bu olgu uluslararası Seraphis (Tıp Enstitüsü) Başkanı Dr. Juan Carlos tarafından 2006 İstanbul Konferansında biraz açıklanmış ve Atlantis’in Son Prensi Ankor ve Elementer Doğa Ruhları adlı eserlerinde Filozof Jorge Angel Livraga bu törenlere değinmiştir. Eski Mısır’da bu çok içrek özel tören, sadece çok ileri inisiyasyon[10]’u tamamlayabilmiş Başrahip ve Firavunun girebileceği piramit bölmelerinde ve Mısır tapınaklarının en son bölmelerinde -o tapınağın adandığı ilahinin heykelinin bulunduğu bölümde- gerçekleştiriliyordu. Bu törenin içrek mahiyetini, gerçekleştirilme tekniğini, temsil ettiği içrek anlamı, bu özel kişilerin dışında halkın anlayamayacağını düşünerek bu tip bir törenin gözler önünde yapılmasına katiyetle imkân olmadığı aşikârdır. -Bizlerin de, şu anki kısıtlı görüşlerimizle, bu konu hakkında yorum yapmaya yetkimiz olmadığını düşünüyoruz.- Bu sebepten, son olarak bahsi geçen, söz konusu tarihçilerin görüşüne itibar edilmelidir. Ayrıca, İnka’nın bu en önemli dinsel töreninde böyle bir ritüelin gerçekleştirilmesi çok ihtimal dahilindedir. Verilen bilgiler ışığında, Atlantis’in son kıtasının da -Poseidonis- batmadan önce, gizemi koruyabilmek ve gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla bu tip çok özel ritüellerin, Eski Mısır ve benzeri toplumlara, ki burada İnka’ya da, kasıtlı olarak verildiğini görüyoruz. Mumyaların da, halkın ve bizlerin anlayamayacağı bir sebepten dolayı halka eşlik etmesinin gizemli ve temsili bir anlamı olabilir; ama böyle bir uygulama hakkında Eski Mısır’la ilgili bir bilgiye henüz rastlanamamıştır. Daha sonra İnka maiyetiyle birlikte Ana Plaza’ya, meydana, Intik’iqllu veya Güneş Yolu’nu (bugünkü Lorento caddesi) takip ederek, Plaza’daki lama kurbanını izlemek üzere, yola çıkarlardı. İnka’nın bu en önemli dinsel töreni esnasında, Başrahip lama kurbanını gerçekleştirirdi. Kurban edilen lamanın tamamen beyaz veya tamamen siyah renkte olması şarttı. Tumi adı verilen keskin altın törensel bir bıçakla hayvanın göğsü açılır ve Başrahip tarafından hâlâ atan kalp, akciğerler ve diğer sakatat geleceği görmek için incelenmek üzere çıkartılırdı. (Çok özel bir temsili anlatım amacıyla kalp Başrahip tarafından kaldırılıp Güneş’e tutulurdu. Ayrıca, kurban hayvanlarının iç organlarını incelemek suretiyle geleceği görme âdetine Eski Roma gibi diğer medeniyetlerde de rastlanmaktadır.) Daha sonra ise kurban edilen hayvan ve parçaları tamamen yakılırdı. (Bu şekilde, kurban hayvanının yakılması Eski Ahit’te, Yasalar’da aynen anlatılmaktadır. Hatta küllerinden “arınma suyu”, bir çeşit sabun yapımı bile detaylı olarak tarif edilmektedir. Buna karşın, Müslümanlık inancında ise kurban hayvanı yakılmaz, verilen belli oranlara göre dağıtılıp tüketilir.) Kurban gerçekleştirildikten sonra, Başrahip’in, bir yıl boyunca, sönmeden Koricancha’da (Güneş Tapınağı) ve Aqllawasi’de (Seçilmiş Kadınların Evi – Güneş Rahibeleri) korunacak olan ve bir dahaki törene değin yanması gereken, Kutsal Ateş’i yakması gerekmekteydi. (Ateş içrek anlamıyla Bilgeliği simgeler, burada Güneş’ten gelen Bilgelik olarak da yorumlanabilir.) Bunu gerçekleştirmek için, Başrahip, -içinde yumuşak ve/veya yağlı bir madde bulunan, içe bükük altın bir madalyona- ışınlarını yansıtmak amacıyla Güneş’in önünde dururdu. (Blavatsky’nin Peçesi Kaldırılmış İsis’te bahsettiği içe bükük aynayla ilişkisi olabilir.) Bundan sonra rahipler Sanqhu’yu, kutsal ekmek benzeri, mısır unundan ve kurban edilen hayvanın kanından yapılmış yiyeceği törene katılanlara ikram ederdi ve bunun tüketilmesi Hıristiyan törenlerinde olduğu kadar önemli bir ritüeldi. (Hıristiyan inancına göre Tanrı, insanlık uğruna oğlunu kurban etmiştir). Inti Raymi töreninin tüm ritüele ait bölümü tamamlandıktan sonra tüm katılımcılar, Kusipata (Cheer Secto – Haykırma / Tezahürat Bölümü, bugünkü Plaza del Regocijo) adı verilen Ana Plaza’nın güneybatı kısmına alınırlar; karınları doyurulduktan sonra, halka danslar eşliğinde müzik ve bol chicha (mısır birası) ikram edilerek eğlendirilirdi. Bugünlerde ise Inti Raymi her yıl 24 Haziran’da Saqsaywaman’da (Cuzco’da) tipik kostümleri içindeki yüzlerce aktör tarafından temsil edilmektedir. Genel olarak yıl içindeki İnka törenlerini gözden geçirecek olursak;[11] Aylar (Gregoryen) İnkalar Belli Başlı Ritüel ve Tarımsal Aktiviteler ARALIK RAYMİ WARACHIEKUY – Yeniyetmelerin geçiş riti (Musevilerin 13 Yaş Törenleri’ni anımsatıyor.) OCAK KAMAY ŞUBAT QUATUN PUKUY MART PACHA PUKUY NİSAN ARIWAKIS MAYIS QUATUN KUSKI HASAT (Hemen hemen her mitte var.) HAZİRAN AWKAY KUSKI INTIP RAYMIN – Güneş Tanrısı Şenliği TEMMUZ CHAWA WARKIS AĞUSTOS YAPAKIS EKİM (Hemen hemen her mitte var. Tabiat şartlarından olsa gerek, kayma olmuş.) EYLÜL KOYA RAYMIN SITWA – Günahlardan arınma ve hastalıkları uzaklaştırma riti (Kelt inançlarına dayanan Halloween Kutlamaları’nı anımsatıyor. Tabiat şartlarından olsa gerek, kayma olmuş.) EKİM UMA RAYMI KASIM AYAMARKA (Güneş yılı, 12 ay çevrimiyle tamamen çakışmıyordu. Ay yılının 109 gün fazlası vardı. Yıldan yıla artan bu sapma, Kamer ayının kült törenleri açısından saf dışı edilmeliydi. İmparatorluk yöneticileri Wiraqocha Inka ve Parachakuti bu konuda ciddi uğraşlar vermelerine rağmen tam olarak başarı sağlayamadılar. Parachakuti’nin başkentin doğusunda, güneşin her ayın başında doğduğu yeri tam olarak belirlemek ve iki tarih saptama sistemi arasındaki denkliği belirginleştirmek amacıyla on iki kule yaptırdığı sanılmaktadır.) Şehirler ve Köyler:İnka şehirlerinde fazla nüfus yaşamazdı. Halk genelde şehrin yakınlarındaki köylerde hayatını sürdürür, buna karşın festival ve iş nedeniyle şehre gidip gelirdi. Şehir, idari sistem için vardı. Yakın köylerdeki tüm kayıtlar liderleri tarafından şehirdeki idari sisteme bildirilir ve şehirde quipucamayoc bu raporların kaydını tutarlardı. Şehirde yaşayan halk ise; tapınak için iş yapan metal işçileri, marangozlar, dokumacılar ve diğer ustalardı. Bunlar şehrin zanaatkârlar için ayrılmış bölgesinde yaşarlardı. Şehrin dışında ise, devlete ait depolar ve asker barakaları bulunurdu. Her önemli İnka şehrinde, Sapa İnka o şehri ziyaret ettiğinde kullanması için bir saray bulunurdu. Bu arazilerin içinde Güneş Bakirelerinin Manastırları ve hizmetkârların evleri bulunurdu. Binalar tek katlı ve taştan yapılmıştı, damları sazla örtülüydü. Bir tek girişleri vardı, o da avluya bakardı. Ekonomi:Çok genç ve çok yaşlı olanların dışında toplumdaki herkesin gerçekleştirmesi gereken bir çalışma vardı. Çocuklar, hayvanları korkutarak ekili alanlardan uzak tutarlar ve ev işlerinde yardımcı olurlardı. Çiftçinin ürününün 2/3’ü bir çeşit vergi sistemiyle paylaşılırdı, geriye kalan ise hükümete ait ambarlarda muhafaza edilirdi. Bazı ihtiyaçlar başkalarına dağıtılır ve bu dağıtılanların karşılığında mal verilirdi. (Başka bir deyişle, 2/3’lük miktar halk arasında ihtiyaçlara göre bölüşülür, gerisi ise saklanırdı.) Her ayllu -klan- kendi içinde yetkin bir çiftçi topluluğuydu (başka bir deyişle bu 2/3’lük miktarlar klan içinde karşılıklı paylaşılıyordu). Ayllu üyeleri toprağı yardımlaşarak, elbirliğiyle işlerler; tahıl ve koton üretirlerdi. Tüm üretim elle yapılırdı, tekerlekli aletler ve tarlaya sürülecek hayvanlar yoktu, and bölgesinin sakinleri, bugün dünyanın tükettiği zirai ürünlerin yarıdan çoğunu geliştirmişlerdir. Sayacak olursak: bunların arasında 20’den fazla mısır çeşidi, 240 çeşit patates ve ayrıca bir veya daha fazla çeşit olmak üzere kabak, fasulye, biber, yerfıstığı ve cassava (manyok-kökü nişastalı); ve bir çeşit tahıl elde edilen quinoa (tohum) vardır. İnka toplumu tarımcılıkta zor şartlarla mücadele ediyordu. Dağlık arazi, ekim alanını oldukça kısıtlıyordu, ve bazen de su miktarı azdı. Bu durumu telafi amacıyla, İnka medeniyeti öncesi toplumlarca keşfedilen teras sistemini uyguluyorlardı. Taş duvarlar inşa ederek yükseltilmiş ekim alanı oluşturuyorlardı. Bu şekildeki tarlalar, normal durumda ekim için elverişsiz ve fazla dik durumdayken, bu set-duvarlar sayesinde, dağların yamaçlarında basamaklar oluşturuyordu. Bu tip teraslar, üstteki toprağın kuvvetli yağmurlar tarafından götürülmesini önlediği için de, tarıma elverişli arazi olanağı sağlıyordu. Genelde andlarda yağmur Aralık ile Mayıs ayı arasında yağmasına karşın, sıkça kurak geçen yılların da olabilmesi mümkündür. Önlem olarak, İnka halkı teraslara ulaşan karmaşık su kanalları inşa etmişlerdir. Ayrıca tabii gübre de imal ediyorlardı; kıyı bölgelerinde bolca bulunan, nitrat açısından zengin kuş gübresi, guano, yüksek arazide ise kesilmiş lama artıkları gibi… Lama, alpaka ve vikua gibi deve türleri (camelid) ekonomi açısından çok önemliydi. Taşıma dışında, lama ve alpakalar, kaba yün ve gübre üretimi için de yetiştirilirdi. Bu tip gübre yakıt amaçlı kullanılırdı. En iyi kalite yün, yakalanıp kırpıldıktan sonra geri salınan, vahşi vikua’dan elde edilirdi. Halk ayrıca et ve protein ihtiyacını karşılamak amacıyla guinea pig, kaz ve köpek de yetiştirirdi. İnka altınıyla ünlenmişti, çok miktarda altın ve gümüş madenlerden çıkartılıyordu. İnka toplumu için, “Altın”- Güneş’in teri, “Gümüş”- Ay’ın gözyaşıydı. Para, çalışma eylemi şeklinde kendini ifade ederdi. Her vatandaş vergisini uçsuz bucaksız yollarda, ekin teraslarında, sulama kanallarında, tapınaklarda, kalelerde çalışarak öderdi. İdareciler ise karşılığında giyecek ve yiyecek verirlerdi. Gümüş ve altın çok bol olmasına karşın sadece estetik amaçlı kullanılırdı. İdari Sistem, Hükümet:İnka medeniyeti Cuzco’da bulunan, çok iyi organize olmuş bir hükümete sahipti. İmparator orada yaşar ve “İnca”, en üst mutlak hükümdar olarak nitelendirilirdi. Onun altında ise asiller bulunurdu. Onların tüm İnka medeniyetine yarar sağlayabilecek özellikleri ve kabiliyetleri vardı. Yeni Dünyanın en zengin şehri olarak ortaya çıkan Cuzco, İnka hayatının merkezi, liderlerinin eviydi. Burada bulunan zenginliklerin inanılmaz derecede olduğu, Cizvit Rahibi Father Bernabe Cobo tarafından 300 yıl önce tutulan kayıtlarda belirtilmiştir. İnka kral ve asillerinin, onları ölümlerinde bile bırakmayan, çok fazla servetleri vardı. İşte bu servet İnka’nın sonu oldu; Yeni Dünyaya ulaşan İspanyollar İnka toplumundaki altın miktarını fark edince, her ne pahasına olursa olsun, fethetmek için planlar yaptılar. Yağmalamalar hâlâ, İnka altını bulma umuduyla, kutsal alanların ve mezarların talan edilmesiyle devam ediyor. Suç:Herkes ihtiyacı olanı temin edebildiği için, nadiren hırsızlık oluyordu. Sonuç olarak hapishaneler yoktu. İnka İmparatorluğu’ndaki en kötü suçlar; adam öldürmek, Sapa İnka’ya küfretmek, tanrılar hakkında kötü konuşmaktı ve bu suçlar karşısında bir tepeden aşağı atılma cezası insanları bu tür davranışlardan uzak tutmaya yetiyordu. Bir Güneş Rahibesiyle zina ise en kötü suçtu ve cezası çok ağırdı. İletişim:Şehirler arası iletişim chasqui sayesinde sağlanıyordu. Chasqui, mesajları ileten genç adamlardı. Mesela; diyelim ki, Nazca’daki askeri general Cuzco’daki Sapa İnka’ya bir köy isyanını bildirmek istiyor. Chasqui koşucusu Nazca’daki chasqui istasyonundan yola çıkar ve bir kilometre ötedeki kulübe önünde bekleyen diğer bir chasqui’ye kadar koşardı. Bu zincir, mesaj Sapa İnka’ya ulaşana dek, yüzlerce koşucu tarafından, yüzlerce mil devam ederdi. Son koşucunun Sapa İnka’ya ilettiği mesajın ilk verilen mesajla tam olarak aynı olması gerekiyordu, aksi takdirde çok ağır bir ceza onları bekliyordu, onlar da bunu çok iyi biliyorlardı, zira çocukluktan beri bu iş için yetiştirilmişlerdi. Takvim ve Zaman Ölçümü:Çoğu tarihçiler, İnka’nın hem Güneş’in hem de Ay’ın incelenmesine dayalı bir takviminin olduğu konusunda hemfikirdirler. 12 tane Ay’a dair ay hesabı’nın yanı sıra bu ayların tarımsal devirlere göre düzenlenen festivallerle de ilişkileri saptanmıştır (Bu durum ise Ay’a bağımlı ay hesabı’nın yıllık dönencede Güneş’e de uyarlanmış olduğunu göstermektedir). Zamanı sayılarla ifade etmeye dair numerik sisteme rastlanmamakla birlikte, en az 10.000’e kadar olan sayıların adlarının bulunduğu ve başka alanlarda kullanılan beşli bir ondalık sisteme rastlanmıştır. Çalışmanın 9’ar günlük 6 haftaya bölünerek düzenlenmesi ise 3’erli gruplar halinde saymayı akla getiriyor ki, bu da sonuçta geneldeki uygulamayla bağdaşan 30 günlük bir ay’a denk düşüyor. Her üçüncü yıl 13 aydan oluşmasına karşın, diğer yıllar 12 aydan hesaplanıyordu (Burada Ay hareketine bağımlı ay hesabı’nın, nasıl Güneş’e bağımlı yıl hesabı’na uyarlanmaya çalışıldığını görmekteyiz). Bu durum ise 37 aylık bir devir’i oluşturuyordu ki, bunun 20 kadar daha devri 60 yıllık bir zaman birimini oluşturuyordu; bu periyot da kendi içinde 4’e bölünüp 100’le çarpılıyordu (Bunun da şimdi tam olarak kavrayamadığımız, belirli bir kavramla senkronize olmaya yönelik olduğunu düşünebiliriz ve önümüze çıkan bu tarihi problemi çözmeye çalışmamız gerekmektedir; zira çözebildiğimiz takdirde bunun yanı sıra kendiliğinden silsileler halinde açılabilecek bir düğümü de çözmüş olmamız ihtimal dahilindedir). Yüzeysel anlamda Chibcha kayıt sistemi bizlerin kabul edemeyeceği (kısıtlanmış mantıkla anlayamayacağımız) bir kavram olsa bile, en azından İnka tarafından muhtemelen kullanılmış olan bir zaman ölçüm aletine de işaret ediyor olabilir. Bir kayda göre ise; Viracocha’nın, her ayın “Yeni Ay” ile başladığı 12 aylık bir yıl sistemi oluşturduğu; fakat onun halefi Pachacuti’nin bu yıl sistemini karmaşık bulduğu ve takvimi gözlemleyip kontrol edebilmek amacıyla güneş kuleleri inşa etmiş olduğu şeklindedir. Pachacuti’nin (ve ondan sonra gelenlerin), fetihten önce bir yüz yıldan az hüküm sürdüğü gerçeği göz önüne alındığında, İnka takvimindeki tezatlar ve bu konuda günümüze kalan bilgideki yetersizlik, İspanyollar geldiğinde sistemin halen revizyon aşamasında olmasıyla bağdaştırılabilinir. Belirsizliklere karşın, daha ileri araştırmalar, İnka’nın başkenti olan Cuzco’nun sidereal-lunar[13] (aya ve yıldızlara ilişkin) tipi bir resmi takvime sahip olduğunu göstermektedir. Bu takvim yıldızlara bağımlı olarak 27, 1/3 günlük bir ay hesabını içermektedir. … Bu tip takvim ise güneş yılına göre yılda 37 gün eksik gelmektedir. Bu durum araya ilaveleri gerekli kılmıştır. Bu ilaveler ise tam bir çözüm olamamış ve yıl içindeki yaz ve kışın dengelerini bozmuştur. İntihuatana, Peru’da bulunan, kalan en olasılıklı güneş saatidir. Fetih esnasında pagan bir idol olarak görülen İntihuatana (güneşin hareketine bağlantılı direk, işaret-yapı), görüldüğü yerde imha edilmiştir ve Pizzaro’nun orduları Machu Picchu’ya ulaşamadığından dolayı buradaki İntihuatana sağlam kalmasına karşın hali hazırda tam olarak çözülememiştir. İnka Medeniyetinin Çöküşü:Francisco Pizzaro, İspanya’dan çıkarcı ordusuyla birlikte 1532’de bu topraklara ayak bastı. Son İnka imparatoru Atahuallpa kandırılarak, Pizzaro tarafından barışçıl bir toplantıya davet edildi. Bu şekilde kaçırıldı ve karşılığında fidye talep edildi. Bugünün değerlerine göre 50 milyon USD değerinden fazla altın ödenmesine ve bunun karşılığında serbest bırakılmasına söz verilmiş olmasına karşın katledildi. Daha sonra İspanyollar, Cuzco ve zenginliklerine doğru yola koyuldular. Kendisi de bizzat fetihçi olan Ciezo de Leon, İspanyolların şehre girmeleriyle birlikte Cuzco’da şahit oldukları zenginlik karşısında, altın ve gümüşün bolluğu karşısında nasıl hayretle düştüğünü anlatmaktadır. Fethin büyük bir kısmı meydan muharebesi bile gerçekleşmeden başarılmıştı, Avrupalıların Yeni Dünyayla ilk temaslarıyla, önüne geçilemeyen korkunç bulaşıcı hastalık yayılmaya başlamıştır. Bilhassa çiçek hastalığı Panama’dan başlayarak tüm nüfusu kırıp geçirmiştir. Hastalık andları geçince güneye doğru yayılışı sırasında, Amerika kıtasındaki en korkunç ölüm oranına sebebiyet vermiştir. Aşılanmamış olan Yeni Dünya halkı, İnka toplumu da dahil olmak üzere üçte iki oranında azalmıştır. Fetihçilerin İnka tarihi ve medeniyetini saptırmış olmalarının yanı sıra, bazı İnkan’lar da mit ve efsanelerini Hıristiyan İspanyolların kulağına daha hoş gelecek şekilde sulandırıp çarpıtmayı yeğlemişlerdir. Bulaşıcı hastalığın yardımıyla ve Atahuallpa’yı baştan bozguna uğratmanın avantajıyla, Pizzaro, ona İspanya’da büyük servet kazanmasını sağlayan çok büyük miktarda İnka altınını ele geçirdi. Bu şekilde ordusunu takviye isteği kısa zamanda kabul gördü. Bu durum İnka İmparatorluğu’nun ve servetinin yok edilmesine yardımcı oldu. İspanyol kültür, din ve dili İnka kültürünün yerine geçti. Bugünlerde ise İnka âdetlerine ilişkin birkaç kırıntıya yerlilerde rastlanmaktadır. Huayna Capac’ın oğlu olan Manco Capac, Francisco Pizzaro tarafından 1534 yılında kukla hükümdar olarak taçlandırıldı. Manco Capac 1536’da kurtulup Cuzco’yu on ay süresince kuşattı fakat başarısız oldu. Bunun üzerine, Manco Capac sonraki sekiz yıl boyunca askerler ve yerleşimcilere karşı gerilla savaşı sürdürdü. Daha sonra hain bir saldırı karşısında, 1544 senesinde bir suikasta kurban düştü. MACHU PICCHU (Quechua: Machu Pikachu, Yaşlı Tepe)Bu İnka yerleşim bölgesi deniz seviyesinin 2400 m üstündedir. Peru’da Urubamba vadisinin (ve nehrinin) üstündeki bir dağın tepesindedir (nehir bu noktanın aşağısında sert bir dönüş yapmaktadır) ve Cuzco’nun 80 km kuzeybatısındadır. Genelde İnka’nın Kayıp Şehri olarak bahsedilir. Machu Picchu, İnka İmparatorluğu’nun en yaygın simgesidir. 1450 civarlarında inşa edilmiş olan bu şehir, yüz yıl sonraki İspanyol Fethi sırasında terk edilmiştir. Bu eski yerleşim Peru Tarihi Kutsal Alanı bölgesi yüzyıllar boyunca unutulmuş ve 1911’de, Amerikalı tarihçi Hiram Bingham, bu bölgeye tüm dünyanın ilgisini çekebilmiştir. O günden beri ziyaretçi akınına uğramaya devam ediyor. 1981’de (bölgenin zengin flora ve faunasına istinaden), 1983’te ise “UNESCO Dünya Mirası” (mimari açıdan eksiksiz bir başyapıt özelliğinden ve İnka medeniyetinin eşsiz kanıtı olmasından dolayı) ilan edilmiştir. Aynı zamanda “Dünyanın Yeni Yedi Harikası”ndan biridir (7 Temmuz 2007). Machu Picchu, cilalanmış kuru taş duvarlarla klasik İnka tarzında inşa edilmiştir. En önemli yapıları; İntihuatana (“Güneş-sırası”; İn ka medeniyeti tarafından astronomiye ilişkin, gökbilimsel bir saat olarak tasarlanmış olduğuna inanılır.) veya Güneş Tapınağı ve “Üç Pencereli Oda”dır. Bu yapılar arkeologlarca “Machu Picchu’nun Kutsal Bölgesi” olarak tanımlanan alanda bulunmaktadır. Machu Picchu, 1450’de inşa edildiği zamanlar İnka İmparatorluğu en görkemli dönemini yaşıyordu. Hiram Bingham’a göre, Güneşin Bakireleri’nin tinsel merkeziydi. Bir teoriye göre de burası İnka Llakta idi; fethedilen bölgelerin ekonomilerinin kontrol merkeziydi. Bir başka görüşe göre ise, bir saldırı durumunda İnka aristokrasisinin en seçkinlerini koruma amaçlı inşa edilmiştir. John Rowe ve Richard Burger gibi akademisyenlerin başkanlığında yapılan araştırmadaki bulgular ise, Machu Picchu’nun İnka imparatorunun (Pachacuti) özel mülkü olduğu doğrultusundadır. Buna ilaveten Johan Reinhard, bu yörenin bilhassa kutsal peyzaj özelliklerine göre seçilmiş olduğuna dair kanıtlar sunmuştur. Bu duruma ilişkin bir örnek bu yerleşim alanındaki dağlardır ki, bunların sembolik ifadeleri astronomiye/gök bilimine ilişkin şifrelerle uyuşmaktadır. Bu hisar, İnka başkenti Cuzco’nun sadece 50 mil ötesinde bir konuma sahip olmasına rağmen, İspanyol istilacılar tarafından bulunamamış ve dolayısıyla da tahrip edilmemiştir. Yıllar içinde büyüyen bitki örtüsü ve orman bu bölgeyi kaplamıştır. Bingham ise 1911 yılında İnka’nın istilaya en son direnme noktası Vitcos şehrini ararken, Machu Picchu’da orijinal yapı sisteminde yaşayan Quechuan’lar tarafından bu bölgeye yöneltilmiş ve 1915 yılı boyunca kazıları yönetmiştir. Bingham, hayatı boyunca bu konuya ilişkin The Lost City of the Incas – İnkaların Kayıp Şehri gibi birçok kitap ve makale yazmıştır. Buradaki taş işçiliği ve yapı sistemi, araştırmanın sonunda, bir sonraki bölümde yer alan Blavatsky’nin seri makalesinin alıntılarında detaylı olarak anlatılmaktadır. Enteresan olan nokta ise HPB’nin söz konusu makale serisinin 1880’de, Machu Picchu’nun Bingham tarafında keşfedilmesinden 35 sene önce yazılmış olmasına rağmen, bölgedeki mimari tarzın anlatımıyla bire bir örtüşmesidir. PEÇENİN ARALANIŞI – Helena Petrovna Blavatsky (A Land of Mystery – Bir Gizem Ülkesi ve Isis Unveiled – Peçesi Kaldırılmış İsis’ten alıntılar) Helena Petrovna Blavatsky[15]’nin Hindistan Aymar’da çıkarmış olduğu Theosophist dergisindeki Bir Gizem Ülkesi başlığı altında dört bölümden oluşan seri makalede (Mart, Nisan, Haziran, Ağustos 1880) eski Güney Amerika medeniyetlerine yer verilmiş ve gizem bir nebze de olsa aralanmıştır. HPB “Isis Unveiled” adlı eserinde gizemleri belli ölçüde aralamaya yönelmiştir. Hem söz konusu makalelerde, hem de bu eserde yer yer İnka medeniyetine de yer verilmiştir. Son olarak sizlere bunların bir kısmını aktarmağa çalışacağız. Önce seri makalelerden başlayalım: “…. Etrafımızda eski izleri, eserleri dağılmış olan bu ulusların yüzeysel de olsa hikâyelerini biliriz. Ama bu durum Yeni Dünya ve Kuzey, Güney Amerika kıtası için tam olarak geçerli değildir. Orada bütün Peru sahili boyunca bütün Isthmus ve Kuzey Amerika’da Cordilleras kanyonlarında, and dağlarının geçit vermeyen vadilerinde ve bilhassa Meksika vadisinin ötesinde bir zamanlar güçlü olan şehirlerin ıssız harabeleri uzanır. Bunlar insanlığın zihninden silinmişler, adları bile yok olmuştur. Yoğun ormanlarda, geçit vermeyen vadilerde bazen 60 feet yerin altına gömülmüş, keşfedildikleri günden beri bilim için bilmece olarak kalmış, tüm araştırmaları boşa çıkarmış ve Mısır Sfenksi’nden daha suskun kalmışlardır. Amerika kıtası hakkında keşif öncesi zamana ait hiçbir şey bilmiyoruz; tam olarak hiçbir şey. Tarihi kayıtlar, hatta geçmişe kıyasla modern kayıtlar bile kalmamıştır; en eski yerli kabilelere ait geçmiş hadiseler, gelenekler de ortadan kaybolmuştur. Bizim cahil ve bilgisiz kaldığımız; harçsız taşlarla bu yapıları inşa eden ırklar, yüzlerce mil duvarları oyan tufan öncesi heykeltıraşlara ilham veren bilinmeyen ibadetler, abideler, yekpare anıtlar, sunaklar, tuhaf resim yazıları, bu insan ve hayvan grupları, bilinmeyen bir hayata ve kaybolmuş sanatlara ait resimler….. Bu yüzyılın başına kadar bu kadar değerli antik eserlerin varlığı bilinmiyordu. Başından beri istilacılar Amerika kıtasının antik servetleri ile meraklı gezginler arasına Çin Seddi çekmiştir. İstilacılar çeşitli sebeplerden dolayı bilimsel araştırmaya engel olmuştur. Cortez ve Pizzaro’nun din adamlarından müteşekkil ordularının tapınakların, sarayların, Meksika ve Peru’nun şehirlerinin görkemi hakkındaki coşkulu hikâyeleri bile çoktan gözden düşmüştür. Amerika Kıtasının Tarihi kitabında Dr. Robertson eski Meksikalıların evlerinin “en vahşi Kızılderili yerlilerinde olduğu gibi, yeşillik, çamur ve ağaç dallarından inşa edilmiş kulübeler” olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiş ve İspanyol istilacıların ifadelerine dayanarak “Uçsuz bucaksız imparatorluk boyunca fetihten önceki döneme ait hiçbir anıt ve esere rastlanmadığı”nı iddia etmeyi bile göze almıştır! Doğrusunu ispat edip ortaya çıkarmak Alexander Humboldt’a düşmüştür. 1803’te bu seçkin ve bilgili gezgin sayesinde arkeoloji dünyası aydınlanmıştır. Neyse ki kanıtları ile gelecek kâşiflere öncülük etmiştir. Mitla’yı veya Ölüler Vadisini, Xoxichalco’yu, Cholula’nın azametli piramit tapınağını tasvir etmiştir. Onu Stephens, Catherwood, Squier ve Peru’da D’Orbigny ve Dr. Tschuddi takip etmişlerdir. O zamandan beri sayısız gezgin, ziyaretleri sonucunda bize birçok eski eser hakkında ince detaylar vermişlerdir. Fakat kimbilir daha nice keşfedilmemiş, bilinmeyen eski eser var. Kısaca İnka tarihi şöyledir: İnka reisi veya imparatoru için kullanılan Quichua unvanı vardır ki bu idareci aristokrat soyu, bir diğer deyişle de o yörenin en üst kastına ait olan kişidir. Bilinmeyen bir süre, İspanyol istilasından önce ve istilaya kadar hüküm sürmüşlerdir. Bazılarına göre İnka medeniyetine tarihte ilk olarak Peru’da, bilinmeyen bölgelerde, 1020’de rastlanmıştır. Başka bir görüşe göre ise, ki bu Hıristiyan teolojistlerinin mütevazı görüşlerine uygun olarak, İnka tarihi Eski Ahit’teki tufandan beş yüzyıl sonraya dayanmaktadır. İkinci teori öncekine göre gerçeğe hiç şüphesiz daha yakındır. İnka’nın müstesna ayrıcalıkları, yanılmaz mutlak güçleri göz önüne alındığında, Hindistan’daki Brahman kastının tam benzeridir. Brahmanlar gibi İnka medeniyeti de soylarının bir ilaha dayandığını iddia etmişlerdir. Söz konusu ilah Hindistan’ın Süryavansa Hanedanı’nda olduğu gibi Güneş Tanrısıdır. Genel ve tek olan halk inanışına göre bir zamanlar Yeni Dünya’nın tüm nüfusu bağımsız, savaşçı, barbar kabilelere bölünmüştür. Bu inanışa göre en sonunda, “en yüce ilah Güneş Tanrısı” onlara acımış ve insanları cehaletten kurtarmak için, öğretmen olarak iki çocuğunu yeryüzüne yollamış; Manco Capac ve onun karısı ve kız kardeşi olan Mama Ocllo Huaco, ki bunlar da aynı şekilde Eski Mısır’daki Osiris ve kız kardeşi, karısı olan İsis’in karşıt bölgedeki benzerleridir. Aynı şekilde Hindistan’ın ilah, yarı ilah ve karşıt bölgedeki benzerleri vardır. Bu ikisi (Güneş Tanrısının çocukları) Titikaka Gölü’nün güzel bir adasında ilk defa görülmüşler, sonra kuzeye Cuzco’ya ve daha da sonra medeniyetin tohumlarını atmak için İnka’nın başkentine ilerlemişlerdir. Bu kutsal çift önce Peru’dan birkaç halk topluluğunu toplayarak bir araya getirmiş ve işlerini kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Manco Capac erkeklere ziraati, yasaları ve hukuku, mimariyi, sanatları öğretirken; Mama Ocllo kadınlara dokuma, iplikçilik ve eğirme, nakış ve ev bakımını öğretmiştir. İnka medeniyeti soylarının bu semavi çifte dayandığını iddia ederken, bütün imparatorluklarını kaplayan harabeye dönmüş muazzam şehirleri kimlerin inşa ettiği hakkında en küçük bir fikre sahip değillerdir. Bu imparatorluk ekvatordan 37 derece enleme kadar uzanmaktadır. Bu bölge yalnızca and dağlarının batı yamacını kaplamakla kalmayıp Amazon ve Orinoco’ya uzanan dağ zincirinin doğu yamaçlarını da içine almaktadır. Güneş Tanrısının soyundan gelmeleri dolayısı ile devlet dininin ayrıcalıklı rahipleri olmanın yanı sıra, topraklarında en yüksek mertebedeki devlet adamları ve hükümdarlardır. Aynen Brahmanlardaki gibi kendilerini sıradan ölümlülerden ayırarak ilahi bir üstünlük iddia etmişlerdir. Böylece “iki kere doğmuş” ayrıcalıklı bir kast -İnka Soyu- kurmuşlardır. Güneş Tanrısının oğlu olduğu kabul edildiği için hüküm süren her İnka; rahip, kâhin, savaşta orduların komutanı, mutlak hükümdar olarak en üstün din adamı ve kral makamlarını işgal etmektedir. İnka’nın en küçük bir emri karşısında körü körüne bir itaat beklenirdi; şahsiyeti kutsaldı, ilahi faziletlerin maddedeki tezahürü idi. Ülkenin en yüksek devlet görevlileri bir hürmet göstergesi olarak onun huzuruna ayakkabılı çıkmazlardı. Bu da oryantal bir kökene dikkat çekiyor. Ayrıca kraliyet ailesine mensup gençlerin kulaklarının delinmesi ve içlerine altın halkalar yerleştirilmesi, rütbeleri yükseldikçe bu halkaların genişletilmesi ve kıkırdağın iyice gerilip, olumlu algılanan deformasyona uğraması, daha yakın tarihlere ait yıkıntılarda bulunan heykel portreleriyle, Buddha ve bazı ilahların tasvirleriyle, günümüzdeki Siyam (yeni adı Tayland), Burma (yeni adı Myanmar) ve güney Hindistan’daki züppelerle garip bir benzerlik göstermektedir. Yine aynı Hindistan’daki Brahmin iktidarının başarılı dönemlerinde olduğu gibi ayrıcalıklı İnka kastı dışında hiçkimsenin din konusunda öğrenim görmeye hakkı yoktu. Eski Rajesthan tarihi kayıtlarında gördüğümüz gibi, Sutti’nin son zamanlarında yürürlükten kalkan töresine benzer olarak, hüküm sürmekte olan İnka öldüğünde, diğer bir söyleyişle “babasının malikânesine, evine çağrıldığında”, cenaze töreni sırasında maiyetinde çalışan çok sayıda kişi ve karıları da ölüme mahkûm edilirdi. Bütün bunları göz önüne alırsak, bazı belli tarihçilerin “bu geleneklerde bütün ilkel medeniyetlerde izlediğimiz ortak özelliğin bir başka versiyonu ile karşı karşıyayız, ki bu da entrikacı idareciler ve kurnaz din adamlarının semavi bir bağlantısı sahtekârlığı ile insanlar üzerinde nüfuz kurmalarıdır” gibi kısa bir açıklaması ile arkeolog ikna olmaz. “Manco Capac Çinli Foni’dir, Hindu Buddha’dır, Mısır’ın dünyevi Osiris’idir, Meksika’nın Quetzalcoatl’ıdır, Orta Amerika’nın Votan’ıdır” şeklinde bir açıklama yaptığımız zaman bunun çok doğru olduğunu görürüz. Anlamak istediğimiz; Hindistan, Mısır, Amerika gibi birbirlerine zıt bölgelerde olan bu eski uluslarda nasıl böyle sıra dışı benzerliklerin olabildiğidir ki bu benzerlikler yalnızca genel olarak dini, politik, sosyal görüşlerde değil en ince ayrıntılarda da mevcuttur. En çok ihtiyacımız olan tarihi sıralanışları, yani hangisinin diğerinden önce geldiği ve de dünyanın dört bir yanındaki bu halk topluluklarının nasıl, nerede ise özdeş mimari, sanat tesis edebildikleri yolunda bilgi sahibi olmaktır. Platon tarafından emin bir şekilde ifade edilen ve birden fazla modern arkeoloğun inandığı gibi, “bir zamanlar böyle bir geçiş için gemilere gerek yoktu, iki dünya bir kıtayı meydana getiriyordu” şeklindeki görüşü de göz ardı edemeyiz. Son günlerdeki araştırmalara göre sadece and dağlarında beş belirgin mimari üslupla karşılaşılmıştır, Cuzco’daki Güneş Tapınağı bunlardan en son döneme ait olandır. Bu, modern gezginler tarafından güvenilir bir şekilde İnka medeniyetine atfedilebilir ki bu imparatorluğun zaferleri, geçmişi bilinmeyen zamanlara ait olan bir medeniyetin son parıltılarıdır. ABD Kansas’tan Dr. E.R. Heath “and dağlarının Manco Capac’dan çok daha önce halkların yerleşim bölgesi olduğunu, bu halk topluluklarının başlangıcının Batı Avrupa yerlileri ile denk zamana rastladığını” düşünmektedir. Devasa mimari tarz, harçsız taş blok yapı grubuna uymaktadır. Bu tarzın başlangıcına örnek Babil Tapınağı ve Mısır Piramitleridir. Birçok yerde rastlanan Yunan sarmalama tarzı Mısırlılardan alınmıştır ki mumyalama ve gömü tarzı Mısır’ı işaret etmektedir. Buna ilaveten bu bilgin gezginin bulgularına göre, ….. üç belirgin halk topluluğu belirlenmiştir: andlardan Pasifik’e kadar Peru’nun batısında yerleşik Chincha’lar; Peru ve Bolivya’nın yüksek düzlüklerinde ve Titikaka Gölü’nün güney sahillerinde yerleşik Aymara’lar; and dağ zinciri ve Titikaka Gölü kuzeyi ile 90 derece güney enlemi arasında yerleşik Huanca’lar ….. Hipotezin de ötesinde Peru’da çağlar öncesine dayanan bir medeniyetin varlığı hakkında bilimsel ve şüphe götürmez deliller vardır… Peru’nun guano (huano) deniz kuşu dışkısı, çürüyen vücutları, yumurtaları, fok balığı kalıntıları gibi karışımlardan elde edilen değerli gübresi -ki bunun tertibi tam olarak bilinmemektedir- Güney Amerika sahili ve Pasifik adalarında birikmiştir. Bunu ilk keşfeden ve dünyanın dikkatini bu konu üzerine çeken 1804’te Humboldt olmuştur. Humboldt, Chinca adaları ve diğer adalardaki granit taşların 50-60 feet[16] kalınlığında bu gübre tortusu ile kaplanmış olduğunu tespit ederek, fetihten beri 300 yılı geçkin sürede sadece birkaç katman kalınlığında tortu birikimi olduğunu belirtmiştir. Durum böyle ise 60 feet derinliğinde tortu birikimi için kaç bin seneye ihtiyaç vardır? Bu sorunun cevabı basit bir matematiksel hesaba dayanır. Bu meyanda keşfedilmiş Peru eski eser kalıntıları ile bir alıntı yapabiliriz. Chinca adalarında 62 feet yerin altına gömülü taş idoller, su çanakları bulunmasına karşın 33-35 feet derine gömülü ağaçtan yapılmış idollere rastlanmıştır. Guanapi adalarında guano birikintisinin altında, aynı Truxillo’nun güneyi ve Macabi’nin kuzeyinde olduğu gibi mumyalar, kuşlar, kuş yumurtaları, altın ve gümüş süs eşyaları bulunmuştur ….. Sadece üç yüzyıl önceye dayanan fetihten beri, kayda değer bir tortu birikintisine rastlanmadığı göz önüne alınarak, otuz ve altmış feet derinlikteki tortu birikintisi için gereken yüzyıllar saptanabildiğinde, bu kalıntıların eskiliği hakkında bir bilgi sahibi olunabilir. Tam olarak matematiksel bir hesapla, her inch için 12 katman, 12 inch[17] için de 1 foot olarak hesap edersek, her katmanın bir yüzyılda oluştuğunu hesaba katarsak, ….. kıymetli altın vazoları yapanların 864.000 yıl önce yaşadıklarını görürüz! Yanılsamalar için geniş bir emniyet payı ayırırsak ve her yüzyılda iki katman verirsek, hadi her yüzyılda 1 inch verirsek, 72.000 yıl önceki bir medeniyetle karşılaşırız. Kamusal eserlerini, yapılarının dayanıklılığını ve muazzamlığını göz önüne alırsak bu medeniyetin bizimki ile eşdeğer, hatta bazı alanlarda daha üstün olduğunu görürüz ….. Verdiğimiz en son bilgiler güvenilir kaynaklara, Peru’ya dair antik eserlerin araştırılmalarına, yukarıda bahsedilen Dr. Heath’in raporuna dayanmaktadır. Bu taştan, harçsız inşa edilmiş yapıların tümünü İnka medeniyeti tarihi ile ilişkilendirmek, Hindistan’daki her taş tapınağı Budist kazılarına atfetmekten de büyük bir yanlıştır. Dr. Heath’in de aralarında bulunduğu birçok otoritenin göz önüne koyduğu gibi, İnka tarihi sadece milattan sonra on birinci yüzyıla kadar dayanıyor. Bu zamandan Fethe kadar geçen sürede bu kadar heybetli ve sayısız eseri ortaya koymak kesinlikle imkânsızdır ve İspanyol tarihçilerinin de bunlar hakkında pek bir bilgisi yoktur ….. Bütün eserlerin İnka medeniyetine ait olduğu görüşüne kuvvetle karşı çıkan başka bir gerçekse, İnka medeniyetinin yazılı lisandan mahrum olmasına karşın, bu çağlar öncesi antik kalıntıların hiyerogliflerle kaplı olmalarıdır. Cuzco’daki Güneş Tapınağı İnka medeniyetine atfedilir. Bu yapı andlarda görülen beş tip mimari yapının sonuncusudur. Bu yapıların her biri insan gelişiminin ayrı bir çağını temsil etmektedir.” Peru ve Orta Amerika’daki hiyeroglifler İnka medeniyetinde olduğu gibi bizim kriptologlarımıza da ölü bir mektup olarak kalmışlar ve kalacaklardır da. İnka medeniyeti aynen barbar antik Çinliler ve Meksikalılar gibi kayıtlarını quipus (Peru dilinde düğüm) olarak tutmuşlardır ….. Birkaç feet uzunluğunda farklı renklerde iplerden oluşmuş bir sicim; ucunda birçok saçak sallanıyor; her renk anlaşılır bir nesneyi ifade ediyor; böylece düğümler şifre vazifesini görüyorlar. Prescott’un belirttiği gibi, “Quipus’un gizemli bilimi Peruluların birbirleri ile fikir alışverişi yapmalarını sağlamış ve onları gelecek nesillere aktarmayı amaçlamıştı”… Nasılsa, her bölgenin bu ayrıntılı kayıtları kendilerine göre ayrı bir yorumlama yöntemi vardı. Böylece her quipus sadece bulunduğu bölgede anlaşılabilirdi. Dr. Heath’in aktardığına göre; “Mezarlardan çıkarılan birçok quipus renk ve doku açısından mükemmel korunmuş durumda bulunurken, eski eser arayıcılarının her bulduklarının tam yerini not etmeyi ihmal etmeleri yüzünden, sözleri telaffuz edebilecek dudaklar sonsuza kadar fonksiyonlarını yitirmişler, böylece bütün öğrenmek istediğimiz o en son günde açıklanana dek mühürlenmiştir…”; o zaman açıklanacaksa şayet. Fakat hâlâ aklımız yerinde, beynimiz çalışırken ve bize fikir verebilecek bazı önemli hakikatleri görebilecek durumdayken; arkeoloji, jeoloji, etnoloji ve de diğer bilimlerin sürekli keşifleri ile şu sırada da bir şeyler açığa çıkarabiliriz ….. – Perulular ve Meksikalılar. “Nasıl değişmişler! İnka medeniyeti bir zamanlar olduğu mükemmel durumdan nasıl gerileyip düşmüş; küçük, yüz altmış kişi kadar bir grup dağ evlerine hiç yara almadan sızabiliyor, taptıkları krallarını ve binlerce savaşçılarını katledebiliyor, servetlerini alıp götürebiliyor; bütün bunlar öyle bir ülkede cereyan ediyor ki, bir zamanlar birkaç kişi bile taşlarla bir orduya karşı koyabilecek güçteyken! Kim şimdiki Inichua ve Aymara yerlilerinde onların asil atalarını fark edebilir?” ….. Böyle yazıyor Dr. Heath, Peru Eski Eserleri adlı kitabında; korkusuz bir araştırmacı ve gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eden, tartışma kabul etmeyen dogmatik muhalefet karşısında açıkça konuşmaktan çekinmeyen bir bilimadamı olarak, Peru’daki eski eserler hakkındaki izlenimlerini özetlerken; “and dağları okyanus seviyesinin yüzlerce feet altına üç kere battı ve şimdiki seviyesine zaman içinde yükseldi. Bir insan hayatı yüzyılları kapsayan bu sürecin sayılabilmesi için çok kısa kalır. Peru kıyıları, Pizzaro’nun çizmeleri altında çiğnenmesinden beri, 80 feet yükselmiştir. and dağlarının aralıksız aynı hızla yükseldiğini varsayarsak, şimdiki yüksekliklerine ulaşmaları için 70.000 yıl geçmiş olması gerekmektedir.” Kimbilir belki de Jules Vernes’in kayıp kıta Atlantis hakkındaki hayali fikri gerçektir. Şimdi Atlantik Okyanusu’nun bulunduğu yerde geçmişte bir kıtanın olmadığını kim bilebilir. Belki de bu kıtada yoğun bir nüfus yaşıyordu, sanatta ve bilimde çok ileriydiler, topraklarının sular altına gömüldüğünü fark ettiklerinde bazıları batıya, bazıları ise doğuya çekilerek iki yarı kürede yoğunlaştılar. Böyle bir görüş arkeolojik yapılarının ve ırklarının benzerliği, iklimlere ve yerleştikleri topraklara uyum sağlamak uğruna oluşan farklılaşma konularına da açıklık getirir. Böylece aynı türe ait olmalarına karşın lama ve deve, aynı şekilde algoraba ve espino ağaçları farklılıklar gösterir; buna karşın Kuzey Amerika’nın Iroquois Kızılderilileri ve Eski Araplar, Büyük Ayı takımyıldızını aynı şekilde adlandırmışlardır; birbirleri ile tüm bilgi alışverişini tamamıyla kesmiş olan bazı uluslar zodyakı yine aynı şekilde on iki burça bölmüşler ve bu burçlara aynı adları vermişlerdir. Kuzeyli Hintliler Himalaya dağlarına, aynı Güney Amerikalıların kendi en önemli dağ zincirlerine verdikleri ad gibi, and dağları demişlerdir. (Peçesi Kaldırılmış İsis – Unveiled Isis – cilt 2, sayfa 591 – çev. Söz konusu eserin ve bu makalenin yazarı HPB’nin [1831-1891] üç yıl önce belirtildiği gibi, ‘Amerika adının Meru ile ilişkili olduğu gelecekte bir gün anlaşılabilir ki, Meru yedi kıta ortasında bulunan kutsal tepeydi.’ İlk keşfedildiğinde Amerika kıtasındaki bazı yerli kabilelerin adı Atlanta idi. ABD’de Amerih adına rastlıyoruz ki, bu da Meru gibi yüce bir dağı belirtmektedir. Ayrıca Amerika’nın Kamas yerlilerinin kökeni de bilinmemektedir.) Yoksa biz de eski değişmez düşüncedeki gibi Batı Yarımkürenin nüfuslandırılmasını yalnızca Bering boğazından geçişe mi bağlayalım? Aden Cennetini doğuya yerleştirip, jeolojik olarak bütün insanlığa uygun olan bu toprak parçasını sadece kaybolan bir kavmin meskûn hale getirdiğine mi inanalım?” Bu bağlamda, Theosophist Ağustos 1880’de yayınlanan Bir Gizem Ülkesi IV sonundaki notlar bölümünde bir okuyucunun, Kalküta’dan bir okuyucunun, dergiye yolladığı 11 Temmuz tarihli mektubu yayınlanmıştır. Okuyucu mektubunda Blavatsky’nin Theosophist Nisan 1880’de Bir Gizem Ülkesi II’de yayınlanan bu konudaki görüşlerine karşı çıkmaktadır. Söz konusu mektup ve Blavatsky’nin cevabı ana hatlarıyla aşağıda verilmektedir: “Bir Gizem Ülkesi” Notlar: “Theosophist’in Editörüne ….. Fakat sizinle hemfikir olamadığım bazı hususlar da mevcut. İki dünyanın ilkel halkları arasındaki davranışlar, sosyal alışkanlıklar, gelenek ve göreneklerdeki çarpıcı benzerliğin sebebi olarak eski Platonik Teori’ye, aralarındaki toprak bağlantısına başvurmuşsunuz. Fakat son günlerde Novemyara’da yapılan araştırmalar bu teoriyi tamamen ve tartışmasız olarak çürütmüştür. Bu araştırmalar, ta başlangıçtan beri Avustralya’nın Asya’dan ayrılması dışında Atlantik veya Pasifik Okyanusunu oluşturacak büyüklükte bir kara çöküntüsünün olmadığını, bu denizlerin en eski havzalarının büyük ölçüde değişikliğe uğramadığını ispat ediyor. Fiziksel coğrafyasında, Prof. Geike kıtaların geçmişte her zaman şimdiki pozisyonlarında olduğunu savunuyor. Sadece kıyıların denizden birkaç mil kadar ileriye gittiğini kabul ediyor. Eğer M. Quatrefage’nin denizden göç teorisini kabul etmiş olsaydınız böyle bir hataya düşmezdiniz. Orta Asya düzlüklerinin insan ırkının ilk görüldüğü bölge olduğu bütün monogenistler tarafından kabul görmüştür (çev. monogenistler poligenistlere karşın insan ırkının tek bir türden oluştuğuna inanırlar). Ardı ardına gelen dalgalar halindeki göçlerle bu bölgeden dünyanın en uzak köşelerine kadar dağıldığı kabul ediliyor. Buna göre eski Çinlilerin, Hintlilerin, Mısırlıların, Peruluların, Meksikalıların; bir zamanlar aynı bölgede yaşayan bütün bu insanların ….. yaşam tarzlarının bazı unsurlarında benzerlikler göstermeleri hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. İki kıtanın Bering boğazındaki yakınlığı, göçmenlerin Asya’dan Amerika kıtasına geçmesini mümkün kılmıştır. Tassen akıntısının biraz güneyindeki, Kourosivo veya Japonların black stream’i (akıntısı) Asyalı denizcilere önemli bir rota oluşturur. Çinliler çok eski devirlerden beri denizci bir ulustular. Bundan yola çıkarak Çinlilerin mavnalarının aynen şimdiki zamandaki Portekizli dümenci Cabral gibi Amerika kıtası kıyısına kazara sürüklenmiş olabileceği hiç de imkânsız değildir. Fakat bütün bu ihtimalleri ve tesadüfleri bir yana bıraksak da Çinlilerin pusula iğnesini MÖ 2000 gibi çok eski bir tarihte keşfettiklerini de göz ardı edemeyiz. Pusulanın ve Tassen akıntısının yardımıyla Amerika kıtasına geçmeleri pek de zor olmamıştır. Paz Soldan’ın bizlere Geografia del Peru adlı eserinde aktardığına göre orada küçük bir koloni oluşturmuşlar ve de “beşinci yüzyılın sonlarına doğru Fou Sang’a (Amerika kıtasına) Buddha’nın doktrinlerini ulaştırmak üzere” Budist misyonerler yollamışlardır. Bu söylenenler birçok Avrupalı okuyucu açısından hiç de hoş olmayabilir. Amerika kıtasının keşfinin onların elinden alınmasına, zarifçe tanımladıkları şekliyle “yarı barbar bir Asya kavmine” atfedilmesine karşıdırlar. Ama ne yazık ki bu tartışmasız bir gerçektir. A.D. Quatrefages’in “Human Species” (İnsan Türleri) eserinin 18. bölümü Çinlilerin Amerika kıtasını keşfi hakkında bilgi edinmek isteyen herkes için enteresan olabilir. Fakat yetkisi dahilinde ayırabileceği bölüm dar olduğundan, kitabında bu konuya çok az yer verebilmiş. İlgi çekici makalenizi bu yönde değiştirerek tamamlayacağınıza ve bu konu hakkında bilinen tüm ayrıntılı bilgiyi de aktaracağınıza içtenlikle inanıyorum. Gizemli karanlığın içinde kaybolmuş bir noktayı aydınlatmak, bütün hayatı boyunca hakikatin arayışında olan kalemin, onu bulduğunda ne pahasına olursa olsun ona uyması doğrusu her şeye değer. Kalküta, 11 Temmuz Bu ayki kısıtlı vaktimiz, görüşlerini zekice ileri sürerek Atlanta Hipotezine karşı çıkan okurumuza detaylı cevap vermemizi engelliyor. Fakat, “son zamanlardaki araştırmalar”a dayanmasına rağmen ve “Atlanta Teorisini tamamen ve tartışmasız olarak çürütmesi” açısından ….. bu görüşlerin cevaplanmasının güç olup olmadığına şöyle bir göz atalım. Konuya fazla girmeden düşüncelerimizi özetleyebiliriz. Basit bir teoriyi mutlak surette yanılgısız bir dogmaya terfi ettirmenin tehlikesini unutmuş teoristlerin oluşturdukları bu dogmalar, onların peşi sıra gelenler tarafından geçersiz kılınmışlardır. “Atlantik ve Pasifik Okyanuslarını oluşturabilecek büyüklükteki bir kara çöküntüsü hiç oluşmamıştır” iddiasını sorgulamadık. Zira biz okyanusların var oluşlarına dair yeni bir teori oluşturmaya çalışmıyoruz. Okyanuslar ilk oluştukları zamandan beri aynı yerde kalmış olabilirler. Buna karşın bir bütün olan kıtalar parçalara ayrılıp, kısmen sulara gömülmüş ve sayısız adalar ortaya çıkmış olabilir. Batan kıta Atlantis’in de durumu aynen böyle olmuş gözüküyor. Bizim anlatmak istediğimiz, yerkürenin medeni uluslarla dolu olduğu tarih öncesi bir devirde Asya, Amerika kıtası ve belki de Avrupa çok geniş bir kıta oluşumunun parçalarıydılar. Bazıları Bering Boğazı inceliğinde kara parçaları ile bağlı olabildikleri gibi (ki bu boğaz Kuzey Pasifik ve Antartika Okyanuslarını birleştirir, 20 ila 25 fanthom’dan daha derin değildir -çev. Fanthom: kulaç, bir metrelik derinlik-) daha geniş alanlara uzayan kara parçaları ile de bağlı olabilirler. Aynı şekilde, Orta Asya’nın insanlığın tek beşiği olduğunu savunan monogenistlerle de tartışmayıp — bu işi bizden çok daha iyi yapabilecek olan poligenistlere bırakmayı tercih ediyoruz. Yine de, monogenistlerin teorisini kabul etmeden önce, savunucularının insan tiplerinin arasındaki dikkat çekici farklılıklara dair; “iklimsel faktörler, alışkanlıklar ve dinsel kültürlere dayandırılan”, tatmin edicilikten uzak bu hipotezlerden daha geçerli olanlarını bize sağlamaları gerekmektedir. M. Quatrefages her zamanki gibi tartışmasız en seçkin tabiat bilimci, fizikçi, kimyacı, zoolog olmakta devam ediyor olabilir. Yine de bizler onun teorilerini başkalarına tercih etmemiz gerekliliğini bir türlü anlamış değiliz. Açıkça görülüyor ki Mr. ….. bu mümtaz Fransızın Souvenirs d’un Naturaliste adlı eserinde aktardığı Atlantik ve Akdeniz kıyılarındaki bilimsel gezilerine atıfta bulunuyor. Mr. Bisvas’ın M. Quatrefages’i tüm bilimsel konularda başvurulabilecek yanılmaz, en yüksek otorite olarak gördüğü aşikâr. M. Quatrefages Fransız Akademisi’nin bir üyesi ve etnoloji profesörü olmasına rağmen bizler Mr. ….. ile aynı görüşü paylaşmıyoruz. Söz konusu bilimadamının, denizlerden göç teorisi, bu teoriye karşı olan yüzlercesi tarafından geçersiz kılınabilir. Hayatımızı hakikatin araştırmasına adamış olan bizler -ki, komplimanları ile bizi takdir ettiği için okurumuza bu konuda teşekkür ederiz- hiçbir konuyu sadece otoriteye olan tartışmasız inanca dayanarak çözemeyiz. HAKİKAT’in peşine, engel tanımadan tam ve korkusuz bir araştırma ile düşeriz. Dostlarımıza da bunun dışında bir yöntemi salık vermeyiz. Bütün bunlara ilaveten, batan kıta Atlantis hakkında ileri sürülen hikâyeye niçin inandığımıza dair sebeplerin bazılarından bahsetmek istiyoruz. Bu konu hakkında Isis Unveiled’da (Cilt 1, Sayfa 590) zaten kapsamlı olarak bilgi vermiştik. Birici olarak: Çeşitli ve geniş bir alana dağılmış olan halkların çok eskiye dayanan âdet ve görenekleriyle ilgili kanıtlarımız mevcut. Hindistan, antik Yunan, Madagaskar, Sumatra, Java, Polinezya’nın başlıca adaları ve kuzey, güney Amerika kıtası ile ilgili efsanelerde bu kanıtları görüyoruz. İlkel medeniyetlerle, dünyanın en zengin âdet ve görenek edebiyatına sahip olan Hindistan’ın Sanskrit edebiyatı karşılaştırıldığında bazı konularda tam bir anlaşmaya rastlıyoruz. Bu kültür yelpazesinin zıt iki ucundaki medeniyetlerdeki ortak nokta; çağlar önce Pasifik Okyanusu’nda koca bir kıtanın bulunduğu ve jeolojik bir değişimle suların altında kaldığıdır. Buna dayanarak bizim kesin inancımız -ki bunun da kesin olamayacağı tabii karşılanır- Malaya Archipelango’dan (çev. archipelango: küçük adalar denizi) Polinezya adalarına kadar olan adaların hepsi olmasa da, çoğunluğu bir zamanlar devasa büyüklükte olan batık bir kıtanın parçalarıdır. Okyanusun birbirinden en uzak, zıt taraflarında bulunan Malacca ve Polinez adaları arasında insan hafızasının ulaşabileceği en eski zamanlardan bu yana hiçbir ilişki, iletişim olmamasına rağmen ve hatta birbirlerini hiç tanımadıkları halde bile, bütün bu alanı kapsayan ada ve takımadalar da dahil olmak üzere, hepsinde ortak bir inanç ve görenek vardır. Bu; bir zamanlar ülkelerinin denizin çok ilerilerine kadar yayılmış olduğuna; o sırada dünyada iki devasa kıtanın varlığına; birinin sarı ırk, diğerinin ise koyu ırka ev sahipliği ettiğine; bu iki ırkın birbirleriyle sürekli kavgalarından bıkan tanrıların onları cezalandırmak amacıyla hepsini yuttuklarına dair, ortak inanıştır. İkinci olarak: Her ne kadar Yeni Zelanda, Sandwich ile Paskalya adalarının birbirlerinden ortalama uzaklıklarının 800 ila 1000 league (çev. league: fersah, çeşitli memleketlere göre değişen yaklaşık 5 km’lik uzaklık ölçüsü) arasında olduğu bir gerçekse de; bunlar ve aralarındaki adaların (Marquesan. Society, Fiji. Tahiti, Samoan ve diğer adalar), bilinen her türlü kanıta göre halklarının pusuladan hiç haberleri bile olmamasına karşın, Avrupalıların bölgeye gelişlerinden önce birbirleriyle haberleştikleri ve hepsinin de kendi ülkelerinin Asya kıtasından batıya doğru uzandığını savunmaları, gerçeğidir. Ayrıca, aşikârdır ki, söz konusu halkların çok az farklılıklarla aynı lisanın değişik diyalektiklerini konuştukları ve birbirlerini zahmetsizce anladıkları da bir gerçektir. Bunların aynı inançları, batıl itikatları, âdet ve görenekleri vardır. Polonez adalarından birkaçı son asırdan (çev. HPB 1831-1891) kısa bir süre önce keşfedilmiştir. Kolombus zamanına kadar Pasifik Okyanusu’nun varlığı bile bilinmiyordu. Okyanustaki tüm adalılar, Avrupalılar sahillerine ayak bastıktan sonra da eski geleneklerinden vazgeçmemişlerdir. Bütün bunlar, bizim teorimizin diğer başka teorilere göre gerçeğe daha yakın olduğuna dair bir sonuca varmamızı sağlıyor. Yukarıda bahsedilenler sadece tesadüfi bir olguya dayandırıldığında, tesadüf kelimesinin adını ve anlamını değiştirmesi gerek.” Kaldığımız yerden makale serisinden konuya ilişkin alıntılara devam edersek: “Amerika kıtasının antik kalıntılarını araştırmak için nereye gidersek gidelim -ister Kuzey, Orta, Güney Amerika-, en başta bu eserlerin geçmişindeki bilinmeyen asırların, ırkların ehemmiyetinden ve sonra da Eski Hint, Mısır ve hatta Avrupa’nın bazı bölgelerindeki tepe yapıları ve eski eserlerle olağanüstü benzerliklerinden etkileniriz. Bu eserlerin birini görürseniz diğerlerini de görmüş olursunuz. Bu harçsız taşlarla inşa edilmiş yapıların bir kıtadakini görürseniz diğer kıtalardakiler hakkında da neredeyse kesin bir fikre sahip olabilirsiniz. Sadece şunu söyleyebiliriz; Amerika kıtasındaki antik eserlerin yaşı hakkında Nil vadisindekilerden çok daha az bilgiye sahibiz ki, bunlar hakkında bile pek bir bilgiye sahip olduğumuz söylenemez. Fakat dış görünüşleri dışında, simgelemede Mısır’la, Hindistan’la ve diğer yerlerle açıkça aynı özellikleri taşımaktadırlar. ….. Amerika kıtasının tarih öncesi sakinleri ki, biz bunların adlarını bile bilmiyoruz, ve de Eski Mısırlılar arasında yakın bir ilişkinin olduğunu söylemek aksini iddia etmekten daha akılcıdır. Eğer böyle bir bağlantı söz konusu ise, bu Atlantik Okyanusu’nun şimdi olduğu gibi iki yarı küreyi ayırmadan önceki bir zamanda vuku bulmuş olması gerekir. Biz Avrupalılar yeni bir devrin en dibinden meydana çıkıyoruz ve yukarı doğru ilerliyoruz. Buna karşın Asyalılar, bilhassa da Hintliler, şimdi sona ermiş daha önceki devirler, sikluslar sırasında hüküm sürmüş ulusların yavaş yavaş kaybolan kalıntılarıdır. Ari halk topluluğunun (çev. Aryan; Hint-Avrupa dilini konuşan tarih öncesi kavim), eski kadim Amerikalılardan mı yoksa eski Amerikalıların tarih öncesi Ari halk topluluğundan mı geldiği kimse tarafından bilinemez. Fakat eski Ari halk topluluğuyla (Aryan), Amerika kıtasının tarih öncesi sakinleri, ki biz bunların adlarını bile bilmiyoruz, ve de Eski Mısırlılar arasında yakın bir ilişkinin olduğunu söylemek aksini iddia etmekten daha akılcıdır. Eğer böyle bir bağlantı söz konusu ise, bu Atlantik Okyanusu’nun şimdi olduğu gibi iki yarı küreyi ayırmadan önceki bir zamanda vuku bulmuş olması gerekir. ….. Meksika uygarlığı Toltec’lerdir. Bunların kuzeyden geldiği varsayılır ve Anahuac’a yedinci yüzyılda girdiklerine inanılır. Ayrıca on birinci yüzyılda Orta Amerika’ya dağıldıklarında hâlâ kalıntıları mevcut olan şehirleri inşa ettiklerine itibar edilir. Buna göre eski yapıları kaplayan hiyeroglifleri de oyanlar onlar olmalıydı. Öyle ise Meksika’da fethedilen halk tarafından kullanılan, misyonerlerin de öğrendikleri resimli yazıların Palenque ve Copan’daki, hatta Peru’daki hiyeroglif yazıları çözebilmemiz için bir ipucu verememesini nasıl izah edebiliriz? Ayrıca bu uygar Toltec halkı kimdir, nereden gelmişlerdir? Onları izleyen Aztekler kimdi? Meksika’nın hiyeroglif sistemlerinden bazılarının yabancı yorumcular tarafından çalışılması engellenmiştir. Bunlar, Lord Kingsborough’un yayınlanan koleksiyonunda ‘mevcut olan fakat açıklanamayan’ adli, hükümsel astroloji (judicial astrology) şeklinde ifade edilen şemalardır. Bunlar mecazi ve semboliktir. ‘Sadece rahipler ve ilahi bilimlerle uğraşanların kullanımı için tasarlanmış ezoterik önem taşıyan’ şemalardır. Palenque ve Copan’daki yekpare anıtların üzerindeki hiyeroglifler de aynı karakterdedir. ‘Rahipler ve ilahi bilimlerle uğraşanlar’, bunların hepsi fetih sırasında fanatikler tarafından öldürüldüğü için sırlar da onlarla birlikte yok oldu. Kuzey Amerika’daki yapıların hemen hemen hepsi büyük kademeli geniş yollarla yükselen setler halinde inşa edilmiştir. Bunlar kimi yerde kare, çoğunlukla altıgen, sekizgen veya tepesi kesik piramit şeklindedir. Fakat bunlar her bakımdan Meksika’nın ‘Teocallis’leri ve Hindistan’ın ‘Topes’leri ile benzerlik göstermektedir. Topes bu ülkede (çev. Hindistan’da) Lunar halkından (Ay’la ilişkili topluluk) beş Pandu’ya atfedilir. Aynı şekilde Bolivya’nın başkentindeki Titikaka Gölü kıyısında harçsız taşlarla inşa edilen abide ve yekpare taş anıtlar devlere atfedilir, ki bunlar ‘tepelerin ardından gelen’ sürgündeki kardeşlerdir. Onlar, ataları olduğuna inandıkları Ay’a taparlardı ve Güneş’in ‘Oğulları ve Bâkireleri’nin zamanından önce yaşamışlardı. Burada yine Güney Amerika ve Ari halk topluluğu gelenekleri arasındaki çok belirgin benzerliği görüyoruz. Aynı zamanda Solar (çev. Güneşe dair) ve Lunar (çev. Aya dair) halkların -Sürya Vansa ve Chandra Vansa’nın- Amerika kıtasında tekrar gözüktüğüne şahit oluyoruz. ….. Küremizin en olağanüstü yersel çöküntüsünün ortasında yer alan Titikaka Gölü 160 mil uzunluğunda, 50 mil enindedir, güneydoğudaki El Desagvadero vadisinden başka bir göle, Aullagas Gölü’ne akar. Bu gölün bilinen başka bir çıkışı olmadığından, muhtemelen buharlaşma ve filtrasyon yolu ile daha sığ hale gelmiştir. Gölün yüzeyi 12.846 feet deniz seviyesinden yukarıdadır ve dünyadaki benzer büyüklükteki sulara göre en yüksekte olanıdır. Suyun seviyesinin tarih boyunca çok fazla azaldığını göz önüne alırsak, büyük bir ihtimalle, gölün Tiahuanaco’nun olağanüstü eski kalıntılarının bulunduğu yüksek noktanın da etrafını kaplamış olabileceğini düşünebiliriz. Hiç şüphesiz burada bulunan anıtlar İnka devrinden önceki en eski halka ait eserlerdir. O kadar eskiye dayanmaktadırlar ki Hindistan’daki Davidian ve Aryan halklarından da önceki bir zamanda hüküm sürmüşlerdir. Gerçeklere dayanmasa da, İnka göreneklerine göre Peruluların yüce yasa yapıcısı ve öğretmeni Manco Capac, güney Amerika kıtasının Manusu, öğreti ve nüfuzunu bu noktadan yaymıştır. Eğer Aymara veya ‘İnka halkının’ başlangıç noktası bazıları tarafından iddia edildiği gibi bu nokta ise, nasıl olur da bugüne kadar gölün kıyılarında yaşayan İnka halkının, Aymaralar ve de eski Peruluların geçmişleri, tarihleri hakkında en küçük bir bilgileri yoktur? Devlerin bu muazzam yapıları bir gecede inşa ettiklerine dair müphem bir anane dışında en küçük bir ipucuna dahi rastlayamıyoruz. Ayrıca İnka medeniyetinin Aymara halk topluluğundan olduğuna dair şüpheye düşmek için her türlü nedene sahibiz. İnka medeniyeti soylarının Güneşin Oğluna, Manco Capac’a dayandığını; Aymaralar ise bu kanun koyucunun uygarlıklarının kurucusu ve eğitmeni olduğunu iddia ediyorlar. Buna karşın İspanyol dönemlerinin İnka medeniyeti de, Aymaralar da bunu ispat edememişlerdir. Aymaraların lisanı Inichua’dan (İnka dili) çok farklıdır; ve de Dr. Heath’ın bizlere aktardığına göre Güneşin soyundan gelenlerin fethinden sonra lisanlarından vazgeçmeyi reddeden yegane ırk olma özelliğine sahiptirler.” (araştırmacı: Okuyucu; Blavatsky’nin, Kulmar’ın aksine İnka uygarlığının esas kökünün Tiahuanaco uygarlığına dayanmadığını, Aymaralardan ise tamamıyla ayrı olduğunu savunmakta olduğu izlenimine varsa da aslında bu iki görüş birbirlerinden pek de farklı değildir. Kulmar, Tiahuanaco halkının İnka’nın üst sınıfını teşkil ettiğini savunmaktadır. Buna göre İnka’nın saf kökeninin Tiahuanaco’ya dayandığını, Aymara’nın ise, aslında alt bir sınıf olmayıp bölge halkları arasında süregelen çekişmelerin sonucunda zaman içinde birleşen ve tek bir topluluk halini alan birleşik topluluğun parçalarını teşkil etmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Aynen dünyanın diğer tüm imparatorluklarında gözlemlendiği gibi topraklarını genişletip diğer halk topluluklarını bünyesine katan bir ulus zaman içinde kökenindeki saflığını kaybetmiştir. Aymara halkı Kulmar’ın görüşüne göre bir “alt sınıf” olmaktan ziyade, zaman içinde imparatorluk idaresine girmiş ayrı kökene sahip bir halk topluluğu olarak da düşünülebilir. Zaten Kulmar’ın görüşlerine yer verdiği bilim adamı Riva-Agüero da İnka medeniyetinin özü olan Tiahuanaco’nun; Quechuan, Aymara ve Araucanian topluluklarının özde dayandığı paleo-Quechuanlar’dan ayrı olduğunu belirtmiştir. Ayrı kökene sahip dillerin zaman içindeki ilişkilerden benzerlikler geliştirebileceğini de düşünebiliriz. Bütün bunların sonucunda esasta Blavatsky ve Kulmar’ın görüşlerinin birbirinden hiç de farklı olmadığını açıkça görmekteyiz.) “Bu kalıntıların en eski kadim dönemlere dayandığına dair kanıtlar mevcuttur. Amerika kıtasındaki tepe yapıtların çoğunda olduğu gibi bazıları piramit planında inşa edilmişlerdir. Bunlar tabanda birkaç acre (çev. 4,39 dönüm) alanı kaplarlar. Yekpare taştan kapı girişleri, sütunlar ve taş idoller o kadar inceden inceye ayrıntılı işlenmiştir ki, ‘Amerika kıtasında şimdiye kadar bulunan sanat kalıntılarına göre tamamiyle değişik bir stilde yontulmuşlardır.’ D’Orbigny bu tarihi kalıntılarla ilgili coşkun ve heyecanlı ifadeler kullanıyor. ‘Bu olağanüstü dev eserler’ diyor, ‘yaklaşık 100 feet yüksekliğine ulaşan tepelerden oluşuyorlar ve bunların etrafını sütunlar, 600’den 1200 feet’e kadar ulaşan uzunluktaki tapınaklar çevirmiştir. Bu tapınaklar kesin olarak doğuya doğru açılmaktadır. Devasa köşeli sütunlarla, yekpare taştan inşa edilmiş kemerli kirişlerle donatılmışlardır. Bütün bunlar Güneşi ve onun habercisi olan Güney Amerika Akbabasını temsil eden hünerli rölyeflerle, baş kısımları yarı Mısır tarzı olan, üstlerinde kabartmalar bulunan bazalt (siyah mermer) heykellerle bezenmiştir. Son olarak içerisi 21 feet uzunluğunda, 12 inch genişliğinde, 6 inch kalınlığında tamamiyle yontulmuş devasa kaya blokundan oluşan bir galeri (saray) vardır. Tapınak ve galerinin ana giriş kapıları İnka’da olduğu gibi eğimli değil, dikey hatlardan oluşur. Çok geniş boyutları, heybetli kütleleri ile güzellik ve ihtişamda Cuzco hükümdarlarının sonradan inşa ettiklerini geçmektedirler.’ Diğer benzer araştırmacılar gibi M. D’Orbigny de bu kalıntıların İnka medeniyetinden çok daha eski bir dönemde yaşamış bir halkın eseri olduğuna inanmaktadır. Titikaka Gölü eski eserlerinde iki belirgin mimari tarz göze çarpmaktadır. Mesela Coati adası eserleri Tiahuanaco kalıntıları ile her bakımdan ortak özellikler göstermektedir. Aynı şekilde; çok ince, hassasiyetle oyulmuş devasa kaya bloklarıdır ki, 1846’da araştırmacıların raporuna göre ‘3 feet uzunlukta, 18 feet genişlikte, 6 feet kalınlıktadırlar’. Buna karşın Titikaka Gölü civarında çok büyük miktarda karşımıza çıkan abidelerde, ‘tam olarak Peru stili olarak tanımlanabilecek, İspanyollar tarafından yıkılmış tapınaklar olduğuna inanılan’ eserlerle karşılaşılmıştır. İçinde insan figürü bulunan meşhur mabet burada ilk bahsedilen stile uymaktadır. Giriş kapısı 10 feet yükseklikte, 13 feet genişlikte, kapı girişi yekpare taştan oyulmuş ve 6 feet – 4 inch’e, 3 feet – 2 inch ölçülerindedir.’ Doğu cephesindeki pervazda garip bir şekli olan insan figürü bulunmaktadır ki, başında ışın çizgilerinden oluşan bir taç vardır. Bu taçtaki ışın çizgileri arasına taçlı başları olan yılan figürleri serpiştirilmiştir. Bu insan figürünün iki yanında üçer sıra kare bölmeler bulunmaktadır. Bu bölmeler insan ve başka figürlerle doludur. Belli ki bu temsili bir tasarımdır…..’ Eğer bu tapınak Hindistan’da olsaydı, dünyanın tamamiyle başka bir bölgesinde olmasına rağmen, hiç şüphesiz Shiva’ya atfedilebilirdi. Shaiva veya Naga kabilesi inançları bu karşıt bölgedeki insanların bilgi dağarcığına nüfuz edememiş olmasına rağmen, Meksika yerlilerinin yılana tapan başbüyücüleri Nagal vardır. Bir tepenin üstünde bulunan kalıntıların etrafındaki su izlerinden anlaşılacağı gibi, bu tepenin bir zamanlar Titikaka Gölü’nde bir ada olduğunu gösteriyor. ‘Gölün su seviyesi şu sırada 135 feet daha düşüktür. Kıyıları 12 mil uzunluktadır. Bu gerçek, diğer bilgilerle de birleştirildiğinde, bu kalıntıların Amerika kıtasında bulunan diğer kalıntılardan çok daha eski, kadim bir döneme ait olduklarını doğrular. Böylece bütün bu eski eserler hep birlikte ‘Perululardan önce yaşamış olan aynı bilinmeyen gizemli halka atfedilmektedir ve bu kadim medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Aynı Azteklerden önce yaşamış olan Tulhuateca’lar veya Toltec’ler gibi ….. geriye devasa anıtlar bırakmışlardır…’ Bütün bu anıtlar Dracontias – kutsal yılana ait olan veya Güneşe adanan tapınaklardır. Teotihuacan’ın piramit kalıntıları, Palenque ve Copan’ın yekpare taştan anıtları, bu karakteristiğe uyar. Teotihuacan’daki piramitler Mexico City’ye takribi sekiz fersah (çev. yaklaşık 40 km) uzaklıktaki Otumla düzlüğündedir ve civarın en eski eserleri olarak değerlendirilmektedir. Önemli iki tanesi sırası ile Güneş ve Aya adanmıştır. Kare kesilmiş taştan dört kat, en üstte düz kesit olmak üzere inşa edilmişlerdir. Güneşe adanmış olan en büyüğü, 221 feet yükseklikte, tabanda 680 feet2 boyutlarında olup, 11 acre (çev. acre 4,39 dönüm) yer kaplamaktadır. Bu haliyle Keops piramidine hemen hemen denktir. Ayrıca, Humboldt’un incelemelerine dayanarak, Cholula piramidi Teotihuacan piramidinden 10 feet daha yüksektir; tabanda 1400 feet2’dir ve 45 acre yer kaplamaktadır! ….. İspanyol istilasının ilk dönemlerine tanık olan yazarların, tarihçilerin bu eski kalıntılar ….. hakkında kaydettikleri ilginçtir. ‘Uçsuz bucaksız dörtgen bir alanı kapsamaktadır; 8 feet kalınlıkta, üzerinde mazgallı siperler bulunan kireç bir duvarla çevrelenmiş ve birçok duvar yılan şeklinde taş figürle donatılmıştı’ diyor bunlardan biri. Cortez’in görüşüne göre bu alanın içine rahatlıkla 500 ev sığdırılabilirdi. Yerler o kadar pürüzsüz cilalı taşla döşenmiş ki, ‘İspanyolların atları kaymadan ilerleyemiyorlardı’ diye kaydediyor Bernal Diaz. Bu bağlamda, Meksika’yı fethedenin İspanyollar olmadığı, aslında onların atlarının olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Avrupalılar kıyılarına ayak basana dek, Amerika kıtasının bu halkı daha önce hiç atla karşılaşmamıştı. Yerliler oldukça cesur olmalarına karşın, ‘atların görüntüsüyle ve top ateşiyle karşılaştıkları an o kadar dehşete düşmüş ve hayretle donup kalmışlardı ki, ‘İspanyolları ilahi varlıklar sanmışlardı’. Yanlış anlamanın doğurduğu panik, bir avuç insanın sayısız, binlerce savaşçıyı nasıl da kolayca yendiğini açıkça anlatmaya yetiyor. ….. Peru’ya baktığımızda değişik devirlerin kalıntıları ….. olağanüstülük açısından hiç de geri kalmazlar. Vahşi, yıkıcı işgalcilerin çizmeleri altında ezilmiş olmasına rağmen Cuzco’daki Güneş tapınağı hâlâ etkileyici. İşgalcilerin bizzat kendilerinin anlatımlarına itibar edersek, ilk buldukları haliyle burası sanki bir peri masalı şatosuymuş. Devasa yuvarlak bir taş duvar esas tapınağı, küçük ibadet alanlarını ve binaları tamamıyla çevirmiştir. Bu yapı şehrin göbeğindedir. Sadece kalıntıları bile tüm gezginleri hayretler içinde bırakmaktadır. ‘Çevrilmiş kutsal alanda su kanalları açılmıştı, içinde tabiattan aynen taklit edilmiş altın ve gümüş çiçek ve çalılarla dolu bahçeler ve aralarında patikalar vardı. 4000 rahip hazır bulunuyordu. Tabanı’, diyor La Vega, ‘tapınağın etrafında, 200 adıma kadar kutsal sayılıyordu ve bu sınırdan içeriye hiçkimse yalınayak olmaksızın giremiyordu.’ Cuzco’da bu büyük tapınağın yanı sıra 300 kadar daha az ehemmiyetli tapınaklar da vardı. Bahsettiğimiz bu büyük tapınaklardan sonra, Pachacamac’ın güzellikte ünlü tapınağı gelir. Ayrıca Humbolt tarafından bahsedilen başka bir önemli Güneş Tapınağı da; ki ‘bu Cannar tepesinin başlangıç noktasındadır, Güneş Tapınağı büyük bir kayanın ön yüzünde tabiat tarafından meydana getirilmiş ışığın evrensel sembolü ile oluşmuştur.’ Roman’ın bize aktardığına göre ‘Peru tapınakları yükseklerde, tepelerin üstünde inşa edilmişler ve birbiri içine üç ile dört toprak dairesel setle çevrelenmişlerdir.’ Bizzat benim (çev. makalenin yazarı HPB) gözlemlediğim, özellikle tepe yapılar iki, üç, dört sıra taşlarla dairesel çevrilmiştir. Ulloa, Cayambe kenti yakınlarındaki antik bir Peru tapınağını şöyle anlatıyor; ‘kusursuz daire biçiminde ve tepesi açık’ işte böyle birkaç tane ‘cromlech’ (çev. kadim dönemlerden kalma etrafı daire şeklinde büyük dikme taşlarla çevrilmiş abide) vardı. Madras Times 1876’dan, Bangalore civarındaki bazı garip tepe yapıları hakkındaki makaleden alıntı yaparsak, Mr. J.H. Rivett Carnac’ın Arkeolojik Notlarında “….. Köyün yakınında açıkça görülebilen en az yüz cromlech vardı. Bu cromlech’ler dairesel şeklinde taşlarla çevrilmişti, bunlardan bazıları eşmerkezli üç veya dört daire halinde çevrilmişti. Büyük taşlarla dört daire halinde çevrilmiş olan birinin olağanüstü bir görüntüsü vardı ve buna yerliler tarafından ‘Pandavara Gudi – Pandaların Tapınağı’ adı verilmişti….. İşte bu yapı yerlilerin çoğunluğu tarafından soyu tükenmiş veya mitolojik bir nesile atfedilen yapılardan ilkini teşkil ediyordu. Bu yapılardan çoğunun üç, bazılarının iki, birkaçının bir taştan oluşan daireleri vardı.” 35. derece enlemde, Kuzey Amerika’nın Arizona Kızılderililerinin günümüze dek kalan kabaca yapılmış sunakları vardır. Bunlar da tıpa tıp dairelerle çevrilmiştir. Majgor Alfred R. Calhoun, F.G.S, (ABD Ordusu Teftiş Komisyonundan) tarafından keşfedilen Arizona Kızılderililerinin Kutsal Pınarı da aynı şekilde oluşmuş sembolojik taşlarla çevrilmiştir. Aynen Stonhenge ve başka yerlerde olduğu gibi… Bize Peru antik kalıntılarına dair en enteresan ve kapsamlı bilgileri, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Mr. Health veriyor. Bu kalıntılar hakkındaki bilgiyi periyodik çıkan bir derginin birkaç sayfasına sığdırmaya çalışırken özetliyor. Yine de, buna rağmen bu eserlerin zenginliği hakkında ustaca ve çok açık bir görüntü çiziyor. Huanca’ları talan ettikleri için bu günlerde birden çok hazine avcısı zengin oldu. Bilinmeyen ırkların sayısız jenerasyonlarının kalıntıları orada kimbilir kaç asırdır rahatsız edilmeden uyurken, şimdi kutsala hürmetsiz hazine avcıları tarafından tropik güneşin altında un ufak parçalanmaya terk ediliyorlar. Belki de Mr. Health’in vardığı sonuçlar bulgularından çok daha şaşırtıcı ve kayda değerdir. Onun tanımlamalarını kısaca aktaracağız: ‘70° 24’ güney enleminde, Peru’da, Pacasmayo limanının dört mil kadar kuzeyindeki Jeguatepegue vadisinde aynı adı taşıyan bir nehir bulunur. Jeguatepegue nehrinin yakınında, güney kıyısının yanında, ¼ mil2 alanında, 40 feet yüksekliğinde kerpiçten veya güneşte pişmiş kiremitten inşa edilmiş, yükseltilmiş bir platform bulunur. 50 feet genişliğinde bir duvar bu platformu bir başkası ile birleştirir ki, bu da 150 feet yüksekliğinde, 200 feet karşıdan karşıya (çev. çaprazlama, eninde), tabanda 500 feet (çev. çaprazlama, eninde, uzunluğunda) yaklaşık olarak bir kare şeklindedir. Bu sonuncusu oda bölmeleri şeklinde, 10 feet2 tabanında, 6 feet2 tepede ve 8 feet yüksekliğinde inşa edilmiştir. Bütün bunlar aynı tip tepe yapılardır. Güneş Tapınakları veya kaleler de olabilirler. Kuzey kenarları giriş için meyillidir. Hazine avcıları bu ikinci bahsedilenin yaklaşık yarısına kadar olan kısmını parçalamışlardır. Söylendiğine göre 150.000 dolar değerinde altın ve gümüş süs eşyası bulunmuştur.’ Burada bulunan binlerce iskeletin yanında bolca altın, gümüş, bakır süs eşyaları ve mercan boncuklar bulunmuştu. Ve Mr. Health devam ediyor; ‘Nehrin kuzey yakasında etrafı duvarlarla kaplanmış bir şehrin geniş (iki mil genişliğinde, altı mil uzunluğunda) bir alana dağılmış kalıntılarına rastlanır….. Nehri dağlara kadar takip edersek, yol boyunca kalıntı ardına kalıntıyla, huanca ardına huanca’yla (gömü alanları) karşılaşırız.’ Tolon’da bir tane daha harabeye dönmüş şehir vardır. Beş mil kadar ileride, nehrin yukarısında, ‘dört ile altı feet çapında, üstü hiyerogliflerle kaplı tek bir granit kaya kütlesi vardır; on dört mil ötede iki derin kayanın (kanyon) birleştiği yerdeki bir dağ noktasında 50 feet’ten daha yükseğe kadar uzanan aynı çeşit hiyerogliflere rastlanır ki; kuşlar, balıklar, yılanlar, kediler, maymunlar, insanlar, güneş, ay ve birçok garip ve de şimdi anlaşılmaz şekillerden oluşmuştur. Bütün bunların üzerine oyulduğu silikatlı kumtaşındandır ve çizgiler bir inch’in sekizde biri derinliğindedir. Büyük bir taşta üç delik vardır ki, bunlar 20 ile 30 inch derinliğinde, ağızda 6 inch, zirvede 2 inch’tir. Anchi’de Rimac nehrinde, nehir yatağına 200 feet dikey bir duvarın üzerinde, tam mükemmel olmayan B ve mükemmel D’yi temsil eden hiyeroglif vardır. Onların altında, nehrin yanındaki bir yarıkta, 25.000 dolar değerinde altın ve gümüş gömülü bulunmuştur. İnka’lar reislerinin fidyesini getirirlerken onun katledilmiş olduğunu duyunca ne mi yapmışlar? Söylentiye göre fidyeyi gömmüşler….. Yonan’daki bu işaretler İnka şehri yakınlarındaki yol üzerinde olduğuna göre bir şeyleri anlatmaması hiç mümkün mü?’ “Yukarıda bahsedilen 1878 Kasımında yayınlanmıştı. 1877 Ekiminde, ‘Isis Unveiled’ (çev. Peçesi Kaldırılmış İsis) eserimde (cilt I, sayfa 595) bir efsaneden bahsetmiştim. Fakat burada onu tekrarlamak çok uzun zaman alacağı için yersizdir. Sizi temin ederim ki söz konusu hazine gömüsünü İnka’nın fidyesi ile ilişkilendirmiştim. Bir dergi nazik olmaktan ziyade hicivli bir lisanla bu görüşümü Baron Munchausen’in hikâyeleri ile aynı kategoriye koydu. Ama bu sırrı bana bir Perulu vermişti. Arica’da, Lima’dan gelirken devasa bir kaya vardır ve ananevi aktarıma göre bu İnka’nın mezarıdır. Batan güneşin son ışınları bu kayanın yüzüne vurduğunda, üzerine yazılmış hiyeroglifleri görebilirsiniz. Bu yazı karakterleri yer altında koridorlarda gömülmüş büyük bir hazinenin yerini göstermektedir (araştırmacı: Blavatsky daha sonraki yazılarında bazı yerleri, bilhassa hazinelerin bulundukları yerleri, gizlemek amacıyla yanlış adresler verdiğini itiraf etmiştir). Bunun detayları ‘İsis’te verilmiş olduğundan ben bunları tekrarlayamayacağım. Şu sıralarda bunu destekleyen kanıtlara birden fazla bilimsel araştırmada rastlanabiliyor; ve böylece bu ifade geçmişe nazaran daha fazla ciddiye alınabilir. Yonan’ın birkaç mil ötesinde, nehirden 700 feet yukarıda bir dağın sırtındaki düzlükte bir başka şehrin duvarlarına rastlarız. Altı ila on iki mil ötede geniş bir alana dağılmış duvarlara ve teraslara rastlarız. Burası kıyıdan yetmiş sekiz mil içeridedir. ‘Dağın sırtından 7000 feet yukarıya doğru zikzaklar çizerek tırmanırsanız, sonra da 2000 feet aşağıya inerseniz’, Coxamolca’ya ulaşırsınız. Bu antik şehirde tehlikeli Pizzaro’nun talihsiz İnka Atahualpa’yı esir tuttuğu ev bugüne dek duruyor. O ev ki; ‘İnka 1532’de özgürlüğüne karşılık Pizzaro’nun uzanabildiği kadar yüksekliğe ulaşana dek evi altınla doldurmaya söz vermişti.’ Sözünde durdu ve evi 17.500.000 dolar değerinde altınla doldurdu. İspanya’nın eski domuz çobanı ve din adamı Hernando de Lugues’in kıymetli yardımcısı olan Pizzaro şerefi üzerine yemin vermesine rağmen İnka’yı katletti. Bu şehirden üç mil ötede ‘bilinmeyen bir şekilde yapılanmış bir duvar var. Çimentolanmış; çimento taştan daha sert….. Chepen’de yirmi feet yüksekliğinde duvarı olan bir dağ var ve zirvesi tamamıyla yapay. Pacaomaya’nın güneyinden 50 mil ötede Huanchaco Limanı ile Truxillo arasında Chimao Krallığı’nın başkenti olan Chan-Chan’ın kalıntıları bulunmaktadır. …. Şehre giden yol, kalıntıların bulunduğu bölgeden geçmektedir. Yerden dört feet yüksekliğinde bir patikaya girilir. Bu geçit bir büyük küme kilit kalıntıdan diğerine yol verir; bunun altında bir tünel bulunur.’ Bunlar ister kaleler, şatolar, saraylar veya ‘huanca’ adını taşıyan gömü tepecikleri (çev. höyük) olsunlar, hepsine de huanca denir. At sırtında saatlerce bu kalıntıların arasında dolaştığınızda kafanız karışır. Araştırmacılar da hangilerinin saray olup olmadığını gösteremezler….. Çevrelenmiş, en yüksek olanlar çok fazla uğraşa mal olmuştur muhakkak.” (araştırmacı: Makalenin bu bölümünde sözü geçen efsane hakkında bilgi toplamak amacı ile HPB ‘Isis Unveiled – Peçesi Kaldırılmış İsis’ Cilt I, sayfa 595-596’yı araştırdık ve ilgili kısımları size aynen naklediyoruz.): ‘….. Kuzey ve Güney Amerika’da ve Batı Hint Adalarında bulunan birçok eski kalıntı batmış olan Atlantis’e atfedilir. Ayrıca eski dünyanın hierophantlarına da atfedilirdi ve bunların da birbirleri ile irtibatta olduklarına inanılırdı. Şimdi sulara batmış ülkenin majisyenlerinin toprak altından her yere giden geçiş ağına sahip olduklarına inanılırdı. Bu gizemli katakomblarla ilgili olarak şimdi size çoktan ölmüş olan bir Perulunun anlattığı hayret verici hikâyeyi nakledeceğiz. Bu hikâyeyi ülkesinin iç kısımlarında birlikte seyahat ederken anlatmıştı. Bunda bir gerçek olmalı, zira ……. hikâye son İnka’nın meşhur hazinesini içermektedir. Perulu, bize sırrın Pizzaro’nun İnka’yı katletmesinden beri bütün yerlilerce, güvenilmeyen Meztizo’lar hariç tutularak, bilindiğini söyledi. Hikâye şöyledir: İnka esir alınmıştır ve karısı serbest bırakılması için bir oda dolusu altını, uzanabileceği yüksekliğe kadar olan altını, güneş üçüncü gün batmadan temin edeceğine dair söz verir. Kraliçe sözünde durur, fakat Pizzaro sözünden döner. Bu büyük hazinenin ortaya konulması ile hayrete düşen Pizzaro esas hazinenin kaynağının yerinin kraliçe tarafından açıklanmasından sonra mahkûmun serbest bırakılabileceğini ilan eder. Pizzaro İnka halkının sonsuz bir madene sahip olduğunu, toprak altından birçok mil ilerleyen bir yol veya tünelde ülkenin birikmiş zenginliğinin saklandığını duymuştur. Talihsiz kraliçe vakit kazanmak için yalvarır ve kâhinlere danışmaya gider. Kurban sırasında başkâhin kraliçeye kutsal siyah aynada kocasının önüne geçilmez katledilişini gösterir; ister hazineyi Pizzaro’ya versin, ister vermesin… Buna dayanarak kraliçe girişin kapatılması emrini verir. Bu kayalık bir duvarda oyulmuş bir dağ boğazı kapısıdır. Rahibin ve majisyenlerin direktifi ile büyük dağ boğazı tepeye kadar taşlarla doldurulur ve yüzeyi bu işlemi gizlemek için kapatılır. İnka İspanyollar tarafından katledilir ve talihsiz kraliçe intihar eder. İspanyolların açgözlülüğü amacını aşar ve gömülen hazinenin sırrı birkaç sadık Perulunun göğsünde saklı kalır.’ Tekrar makaleye geri dönersek: “İspanyollar tarafından bu ülkede bulunan servet hakkında bir fikir edinebilmemiz için Truxillo kenti Belediyesinden Mr. Heath’in aldığı kayıtların kopyasını veriyoruz. Bunlar 1577 ve 1578 yıllarında ‘Toledo Huanca’sında yalnızca tek bir kişi tarafından bulunan hazinelerin ‘Fifths of the Treasury’ (Hazinenin Beşte Biri) kitabındaki raporlarından kopyadır. – Birinci olarak – Truxillo, Peru’da 22 Temmuz 1577’de Don Garcia Gutierrez de Toledo Kraliyet Hazinesine başvurmuş, kraliyet kasasına ‘a fifth’ (beşte bir) yatırmıştır. 19 ayarında, ağırlığı 2400 İspanyol doları değerinde bir külçe altın getirmiştir. Bunun beşte birinin değeri üzerine takdir için alınan 11/2’lik bölüm de eklenince toplam 708 dolarlık miktar kraliyet kasasına yatırılmıştır. – İkinci olarak – 12 Aralık’ta, 15 ila 19 ayarında, toplam ağırlık değeri 8.918 dolar olan beş külçe altınla başvurmuştur. – Üçüncü olarak – 7 Ocak 1578’de beşte bir büyük külçe ve plaka altınlarla gelmiştir. Bunların toplamı yüz on beş’tir. 15 ila 20 ayar değerinde, toplam ağırlık değeri 153.280 dolardır. – Dördüncü olarak – 18 Mart’ta 14 ila 21 ayar değerinde, toplam ağırlık değeri 21.118 dolar olan 16 külçe altın getirmiştir. – Beşinci olarak – 5 Nisan’da, çeşitli değişik altın süs eşyası getirmiştir. Bunlar küçük kemerler, mısır başlığı modelinde ve diğer değişik şekillerde olup 14 ayarda ve 6.272 dolar ağırlık değerindedir. – Altıncı olarak – 20 Nisan’da üç küçük külçe altın getirmiştir. Bunlar 20 ayar değerinde ve 4.170 dolar ağırlık değerindedir. – Yedinci olarak – 12 Temmuz’da kırk yedi külçe ile gelmiştir. Bunlar 14 ila 21 ayar değerindedir ve toplam ağırlık değeri 777.312 dolardır. – Sekizinci olarak – Aynı gün bir başka parça altın getirmiştir. Bunlar mısır başlıkları, çeşitli hayvan heykelcikleri şeklinde süs eşyalarıdır ve toplam ağırlık değerleri 4.704 dolardır. Bu tam sekiz kerede getirilen altının toplam değeri 278.174 altın doları veya İspanyol ounce’sidir. (çev. ounce: kuyumcu libresinin on ikide biri, 31 gram). Bunun on altı ile çarpımı 4.450.784 gümüş doları verir. Bundan beşte bir (one fifth) kraliyet payını düşünce -ki bu 985.953,75 dolardır- geriye 3.464.830,25 dolar Toledo’nun payı kalır. Bu büyük vurguna rağmen zaman zaman değişik hayvanların altın heykelcikleri bulunuyor. Kazılardan kare altın parçalarıyla bezenmiş kolsuz mantoların yanı sıra değişik renklerde kuş tüylerinden yapılmış kaftanlar da çıkmıştır. Söylentiye göre Toledo Huanca’sında büyük ve küçük balık diye adlandırılan iki hazine vardı. Sadece küçük olan bulundu. Huanca ve Supe’nin arasında (Supe Callao’nun 120 mil kuzeyindedir) Atahuangri denilen bir noktaya yakın iki devasa tepe yapı vardır. Bunlar birazdan bahsedilecek olan Huatic Vadisi’ndeki Campana ve San Miguel’i andırmaktadır. Supe yakınında, Patavilca’nın beş mil güneyinde ‘Paramonga’ veya kale/hisar diye adlandırılan bir yer vardır. Bu kalenin kalıntıları büyük ölçüde anlaşılabilir durumdadır. Duvarları yaklaşık altı feet kalınlığında işlenmiş kilden inşa edilmiştir. Ana bina bir tepenin üstündedir, fakat duvarı tepenin altına kadar inmiştir. Binanın etrafındaki duvar düzenli siperleri andırır ve tepenin etrafından dolanarak labirent şeklinde aşağıya iner. Bu duvarın birçok köşe çıkıntısı vardır ve muhtemelen mekânı savunma amacı ile bu şekilde inşa edilmiştir. Civardaki kazılardan oldukça büyük miktarda hazine çıkarılmıştır. Bunların tümü tarih öncesi yerliler tarafından saklanmış olmalı, zira İnka’nın Peru’da hüküm sürdüğü devirlerde bu bölgeyi işgal ettiğine dair hiçbir kanıta sahip değiliz.” Ancon’dan pek de uzakta olmayan, altı ila sekiz millik bir alanda, ‘kumda her yere dağılmış kafatasları, bacaklar, kollar, tam iskeletler vardır….. Kuzeye doğru on dört mil daha ileride, Parmoya’da ve de deniz kıyısında, bir tane daha büyük bir gömü alanı bulunur. Etrafa hazine avcılarının dağıttığı, binlerce iskelet yayılmıştır. Yarım milden fazla uzunlukta bir alana dağılmışlardır. ….. Tepenin yüzüne kadar bir alandır bu, deniz kıyısından 800 feet yüksekliğe kadar uzanır… Bu yüzlerce, binlerce insan nereden gelmiştir, Ancon’da gömülü olanlar kimlerdir? Arkeolog devamlı bu soruların üstesinden gelmeye çalışır. Sadece omuzlarını silkeleyip yerlilerle birlikte ‘Quien Sabe?- Kimbilir?’ demekten başka bir çaresi yoktur… Dr. Hutchinson’un 30 Ekim 1872’de Güney Pasifik Times’da yazdığı gibi… ‘Chancay’ın ölülerin önemli bir şehri olduğu kanaatine vardım. Veya Peru’nun uçsuz bucaksız kemik saklama yeri diyebiliriz; zira nereye giderseniz gidin, ister bir dağ tepesine veya düzlüğe veya deniz kıyısına, her yerde kafatası ve kemiklerin her türlü şekliyle karşılaşırsınız.’ Huatica vadisinde, çok büyük alana yayılmış bir kalıntı halinde on yedi tane, ‘huanca’ olarak adlandırılan tepe yapılar vardır. Yazar, böyle adlandırılmalarına rağmen ‘Bunlar gömü alanlarından çok kaleleri veya şatoları andırmaktadır’ diyor. Şehir üç duvarla çevrilidir. Bu duvarlar genelde 3 yard kalınlığında ve 15 ila 20 feet yüksekliğindedir. Bunların doğusunda Pando Huanca’sı diye adlandırılan devasa yapı vardır… ve de önemli kale kalıntıları ki bunlara yerliler Bell Huanca’sı adını vermişlerdir. Büyük ve küçük tepe yapıları serilerinden oluşan La Compana Pando Huanca’ları muazzam bir birikim halinde hesaplanması güç bir alana yayılmışlardır. ‘Bell’ tepe yapısı 110 feet yüksekliğindedir. Callao’ya doğru kare şeklinde, yükseltilmiş bir plato (düzlük) bulunur. Bu plato 278 yard uzunluğunda 96 yard karşıdan karşıyadır (çev. yard: 0.9144 metrelik İngiliz ölçüsü). Bu plato tepeden sekiz kademe aşağıya doğru iniş kaydeder. Her kademe bir üstündekine göre bir ila iki yard daha aşağıdadır ve toplam olarak uzunlukta ve genişlikte 278 yard’ı bulur (Michigan’dan Tabiat Tarihi Profesörü J.B. Steer’in hesabına göre). İlk başta bahsedilen kare plato tabanda iki kısımdan meydana geliyor….. her biri 47’ye 48 yard olan tam bir kare; ikisi birleşiyor ve 96 yard olan kareyi oluşturuyor. Buna ilaveten 47’ye 48 yard olan başka bir kare daha var. Başa dönersek, bir vadideki hemen hemen tüm kalıntıların aynı simetride, on ikinin katları ölçülerinde olmaları hayret vericidir. Bu bir tesadüf müdür, yoksa öyle mi tasarlanmıştır?….. Tepe yapı ‘Kale’, tepesi kesik piramit şeklindedir ve hesaplara göre 14.641.820 feet3’lük bir kütleyi barındırıyor….. Bu ‘Kale’ 80 feet yüksekliğinde 150 yard ölçülerinde devasa bir yapıdır. Tepede çok büyük kare odaların ana hatları görülmekle beraber toprakla dolmuşlardır. Buraya bu toprağı kim getirdi, hangi aletle dolum gerçekleşebildi? Bu odalardaki bütün boşlukları gevşek toprakla doldurmak neredeyse bu yapıyı inşa etmek kadar güç olmalı ….. iki mil güneyde buna benzer bir yapıyla daha karşılaşırız, ki bu daha ferah ve geniş olması yanı sıra daha çok bölümlerden (dairelerden) oluşmuştur….. Yaklaşık olarak 170 yard uzunluğunda, 168 yard eninde ve 98 feet yüksekliğindedir. Bütün bu kalıntılar ….. kerpiçten yüksek duvarlarla çevrelenmiş ….. büyük çamurdan tuğlalar, bazıları bir ila iki yard kalınlığındadır. ‘Bell Huanca’sı 20.220.840 feet3 kütle içerir. Buna karşın ‘San Miguel Huanca’sı 25.650.800 feet3 içerir. Bu iki yapının da şu sırada terasları, siperleri, çok sayıda odaları ve kaleleri toprakla dolmuştur. Ocheran’da ‘Mira Flores’ … Huatica vadisindeki en büyük tepe yapıdır. Yüksekliği 95 feet, zirvede genişliği 55 yard, toplam uzunluğu 428 yard veya 1.284 feet’tir, bu da on ikinin katıdır. Çift duvarla çevrilmiştir; 816 yard uzunluğunda, 700 yard karşıdan karşıya, böylece 117 acre (çev. acre: 4.39 dönüm) içine alır. Ocharas ve okyanus arasında 15 ila 20 bu şekilde kalıntı kümeleri bulunur. İnka Güneş Tapınağı, Meksika düzlüklerindeki Cholula Tapınağı gibi, çok geniş topraktan bir piramittir. 200 ila 300 feet yüksekliğinde olup yarım milden daha uzun bir yarım ay şeklindedir. Üstü 10 acre2 ölçüsündedir. Duvarlarının çoğunun üzeri kırmızı boya ile geçilmiş ve yüzyıllar önce ilk boyandıkları gibi parlak gözükmektedir….. Chincha, Guano adalarının karşısında Canete vadisinde, Sgurie’in tanımladığı çok geniş bir alana yayılmış kalıntılar bulunmaktadır. ‘Altın Tepesi’ denilen tepede hanımların şallarını iğneledikleri cinsten bakır ve gümüş iğneler ve bunun yanı sıra cımbızlar ve gümüş fincanlar da bulunmuştur. Mr. Heath, ‘Peru kıyısının Tumbey’den Lao nehrine kadar uzandığını’ söylüyor. ‘Bütün bu alan boyunca biraz önce bahsedilenin yanı sıra binlerce kalıntıya rastlanıyor. Hemen hemen bütün tepelerde, dağların en üst kısımlarında veya etraflarında, koyaklarda geçmişe ait kalıntılara; orta platoya kadar olan alanda duvarlara, şehirlere, kalelere, yer altı mezarlarına, miller boyunca uzanan teraslara ve su kanallarına rastlarsınız. Düzlüğün karşı tarafında, andların doğu eteklerinde, vahşi yerlilerin mekânında, balta girmemiş ormanın içlerine doğru da bunlara rastlayabilirsiniz. Senenin birkaç ayı yağmur ve karın durmadan seller halinde yağdığı, korkunç gök gürültüsü ve yıldırımın devamlı yaşandığı dağlarda kalıntılar başkalaşır. Granitten, profiritik kireçten, silikatlı kumtaşından muazzam cüsseli büyük taşlarla harçsız inşa edilmiş bu yapılar zamanın aşındırmasına, jeolojik değişimlere, depremlere ve de savaşçıların ve hazine avcılarının hürmetsiz tahrip edici ellerine karşı koyabilmişlerdir. Taşçılıkta ustaca düzenlenmiş bu duvarlar, tapınaklar, evler, kuleler, kaleler, mezarlar çimento kullanılmadan inşa edilmişlerdir. Taşlar duvarların dikey meyillerine uygun olarak her biri olması gereken şekilde yerleştirilmiştir. Bu taşların altı ve daha çok kenarları vardır ve hepsi birbirlerine uyum sağlamaları, oturmaları için şekillendirilmiştir. O kadar kusursuzca bir araya getirilmişlerdir ki, bir çakının bıçağı bile taşların aralarına giremez; ister yapının tamamı ile gizlenmiş orta kısımlarında olsun, ister dış yüzeylerinde olsun… Bu taşlar şekil ve büyüklük olarak düzenli bir şekilde, belli bir örneğe göre seçilmemişlerdir. Taşlar, yarım foot3’ten 1500 feet3’e kadar değişen tek parça kütlelerden oluşmuşlardır. Milyonlarca taşın arasında birbirlerine tam oturacak taşları bulabiliyorsanız bu tam bir tesadüf olmalı. Cuzco’da, Triumph Caddesinde, Güneşin Bakireleri (Virgins of the Sun) diye adlandırılan tarihi evin bir duvarında on iki köşeli taş denilen büyük bir taş vardır. Bu büyük taşın bu şekilde adlandırılmasının nedeni, her biri değişik açılarda yüzeyi olan on iki taş ile çepeçevre bağlanmış olmasıdır. Bu on iki taştan başka içte bir taşı daha vardır ve bu taşın arkasında da kaç taş olduğunu kimse bilememektedir. Cuzco kalesinin ortasındaki duvarda 13 feet yüksekliğinde, 15 feet uzunluğunda, 8 feet genişliğinde, millerce öteden çıkarılmış taşlar vardır. Bu şehrin yakınlarında dikdörtgen şeklinde yumuşak bir kaya vardır. Uzun kenarı 18 feet, kısa kenarı 12 feet’tir. Bir kenarında nişler oyulmuştur ve bunların her birinin içinde insan durabilir. Eğer içindeki insan vücudunu sallarsa, bu taş da ileri geri sallanır. Görünüşe göre bu nişler sadece bu maksatla oyulmamışlardır. Bu tip eserlerden en harika ve geniş olanı Ollantay – Tambo diye adlandırılmış olup, bu kalıntı Cuzco’nun 30 mil kadar kuzeyinde, Urubamba nehri kıyısında dar bir koyak’ın içindedir. Bu, dik ve pütürlü bir tepenin üstüne inşa edilmiş bir hisardan oluşur. Oradan aşağıdaki düzlüğe taş bir merdiven uzanır. Merdivenin başlangıcında altı büyük bölüm vardır. Bunlar 12 feet yüksekliğinde, 5 feet genişliğinde, 3 feet kalınlığında, yan yana dizilmişlerdir. Aralarında ve üstlerinde 6 inch genişliğinde dar şeritler halinde taşlar bu bölmelere çerçeve oluşturur. Bunların hepsi işlenmiş taşlardır. Tepenin aşağısında, merdivenlerin sonunda, bir kısmı el yapımı olan 10 feet genişliğinde, 12 feet uzunluğunda bir taş duvar düzlüğe, belli bir mesafeye kadar uzanır. Bu duvarda güneye bakan birçok niş vardır.’ İnka tarihinin başladığı Titikaka Gölü’ndeki kalıntılar çoğunlukla tanımlanabilmiştir. Gölün birkaç mil güneyindeki Tiahmanaco’da sütunlar şeklinde taşlar vardır. Bunlar yarı işlenmiş, bir sırada, birbirlerinden belli uzaklıklarda yerleştirilmişlerdir. Yerden yükseklikleri takribi 18 ila 20 feet’tir. Bu sırada yekpare taştan, şimdi yıkılmış, 10 feet yükseklikte, 13 feet genişlikte bir kapı bulunmaktadır. Bu kapının alanı için açılan bölüm 7 feet 4 inch yüksekliğinde, 3 feet 2 inch genişliğindedir. Kapının üstündeki taşın tüm yüzü oyularak işlenmiştir. Buna benzer fakat daha küçük olan bir başka kapı da yerde onun yanında uzanmaktadır. Taşlar sert porfirdendir (somaki mermer) ve civardaki kaya çeşidinden jeolojik olarak ayrı karakterdedir. Buna dayanarak taşın başka bir yerden taşınmış olduğu sonucuna varabiliriz. Huari bölgesindeki ‘Chavin’de Huanta kentinde kayda değer kalıntılara rastlanmıştır. Bu kalıntılara giriş bölümü olan geçit 6 feet genişliğinde, 9 feet yüksekliğindedir ve 12 feet uzunluktan fazla olmak üzere kısmi işlenmiş kumtaşı ile üstleri örtülmüştür. Her iki tarafta odalar bulunmaktadır. Bunlar 12 feet genişliğindedir ve üstleri 11/2 feet kalınlığında, 6 ila 9 feet genişliğinde büyük parça kumtaşları ile örtülmüştür. Odaların duvarları 6 feet kalınlığındadır ve mazgal delikleri vardır. Bu, büyük bir ihtimalle havalandırma içindir. Bu geçidin tabanında bulunan çok dar bir giriş yeraltı geçidine yol açar. Bu yeraltı geçidi nehrin altından geçip öbür tarafa ulaşır. Burada bulunan birçok huanca’da taştan içecek kaplarına, bakır ve gümüş aletlere, oturan bir yerlinin iskeletine rastlanmıştır. Bu kalıntıların daha birçoğu su kanallarının üstündedir. Bu hisarlara giden köprüler üç adet işlenmiş granit taşındandır. Bunlar 24 feet uzunluğunda, 2 feet genişlikte, 11/2 feet kalınlıktadır. Granit taşlardan bazıları üzerinde hiyeroglifler vardır. Arequipa’dan 24 mil ötede Corralones’de granit kütlelere oyulmuş hiyeroglifler vardır. Bunlar sanki tebeşirle boyanmış gibi gözükürler; insan, lama desenleri, çemberler, paralel kenarlar, “R” ve “O” harfleri ve hatta bir astronomi sistemi kalıntılarından oluşurlar. Castro Virreina bölgesinde Huaytar’daki bir yapıda da ayrı oymalara rastlanmaktadır. Ica bölgesindeki Nazca’da su kanallarının harika kalıntılarına rastlanır. Bunlar dört ila beş feet yüksekliğinde, üç feet genişliğinde, çok düzgün, çift duvarlı, tam işlenmemiş taştandır. Üstleri yassı kaldırım taşı ile kapatılmıştır. Quelap’ta, Chochapayas’tan çok uzak olmayan bir bölgede, son zamanlarda çok geniş kapsamlı eserler incelemeye tabi tutulmuştur. 560 feet genişliğinde, 3.660 feet uzunluğunda ve 150 feet yüksekliğinde işlenmiş taştan bir duvar vardır. Alt kısmı kesintisizdir. Bunun üst kısmında başka bir duvar 600 feet uzunluğa, 500 feet genişliğe ve diğeri gibi 150 feet yüksekliğe sahiptir. Her iki duvarda da üç feet uzunluğunda, bir buçuk feet genişliğinde ve kalınlığında nişler vardır. Bu nişlerin içinde eski sakinlerin kalıntıları bulunur. Bunların bazıları çıplak, diğerleri ise belirgin renkleri olan, çok güzel nakışla işlenmiş koton şallarla sarmalanmışlardır. İkinci ve en yüksek duvarın girişini takip edersek, küçük fırınları andıran mezarlarla karşılaşırız. Bunlar 6 feet yüksekliğindedir ve tabanlarına geniş yassı taşlar döşenmiş ve üzerlerine kadavralar yerleştirilmiştir. Kuzey tarafta, dağın dikey kayalık kısmında, 600 feet tabandan yükseklikte küçük pencereleri olan kiremit bir duvar vardır. Bunun yapılış nedeni bilinmemekte, şu sıralarda da pek bir ulaşım imkânı gözükmemektedir. Burada altın ve gümüş aletler bulunmuştur. Büyük bir özenle işlenmiş devasa yekpare taş bunun İnka öncesi bir devre ait olduğu ihtimalini düşündürmektedir….. Peru’nun tahminen 1200 millik bir alanını kapsayan beş yüz kadar koyak vardır. Her koyak içinde on mil uzunluğunda yükselen sıralar halinde 50 tane kadar teras katlarının bulunduğunu ve bunların koyağın (kanyonun) her iki yanında beş mil uzunluğunda yirmi beş yükselen sıra teraslar halinde uzandığını düşünürsek, toplam 250.000 mil taş duvarla karşılaşırız. Bu taş duvarların ortalama yükseklikleri üç ila dört feet’tir. Bu toplam duvar uzunluğu küremizi on kere dönmeye yeter. Bu tahminler hayret verici olabilir ama ben şahsen esas ölçünün bu tahmini uzunluğun iki katından fazla olabileceğinden eminim. Zira bu derin koyakların uzunluğu 30 ila 100 mil arasında değişmektedir. Rimac nehrinin vadisindeki San Mateo kasabasında -ki burada dağlar nehir yatağından 1500 ila 2000 feet yukarıya yükselmektedir- iki yüz kadar sıra saydım. Bu sıraların hiçbiri dört milden az olmamak kaydı ile, birçoğu altı milden daha uzundu. ‘Peki öyle ise kimdi bunlar’ diye sorguluyor Mr. Heath, “60 mil boyunca graniti oyan; sert porfir (somaki mermer) bloklarını taşıyan; muazzam boyutlarda, çıkarıldıkları yerden millerce öteye; binlerce feet derinlikteki vadilerin ötesinden, dağların üzerinden aşırarak, düzlükleri geçerek; nasıl ve nereden taşıdıklarına dair herhangi bir iz bırakmadan, ki söz konusu halkın odunu kullanmada cahil olduğu (söylenirken), yük taşıyabilecekleri tek hayvanları olan güçsüz lamayla; bu taşları taşıdıktan sonra mozaik işçiliğinin hassasiyeti ile birbirlerine oturtup uyumlaştıran; dağların eteklerine binlerce mil uzunluğunda teraslar, kerpiç ve topraktan tepeler, çok büyük şekiller inşa eden; günümüzde taklit edilemeyecek nitelikte kilden, taştan, bakırdan, gümüşten, altından ve nakış işçiliği ile eserler bırakan; o halk ki görünüşe göre zenginlikte Dives’le (çev. Luka İncili’ndeki zengin adam, servet sahibi kimse), güçte ve enerjide Herkül’le ve çalışkanlıkta karınca ve arı ile rekabet edebilen?” Callao 1746’da suya batmış ve tamamı ile yıkılmıştı. Lima 1678’de harabeye dönmüştü ve 1746’da 3000 evden sadece 20’si ayaktaydı. Buna karşın antik şehirlerden Huatica ve Lurin vadileri bunlara göre daha iyi durumda muhafaza edilmişlerdir. Pizzaro tarafından 1531’de bulunan San Miguel de Puiro 1855’te tamamiyle harabeye çevrilirken; yakınındaki eski kalıntılar bu yıkımdan daha az nasiplerini almışlardır. Areguipa’nın 1868 Ağustosunda yerle bir edilmesine karşın yakınındaki kalıntılarda hiçbir değişiklik olmamıştır. En azından mühendislik alanında günümüz insanı geçmişten çok şey öğrenebilir. Bunun daha birçok şey için de geçerli olduğunu göstermeyi ümit ediyoruz.” Görüldüğü gibi, aradan bir asıdan fazla zaman geçmesine rağmen, bu gizemli medeniyet hakkında olabilecek en ayrıntılı ve doğru bilgiyi hâlâ Blavatsky’nin Amerika kıtası araştırmalarında bulabiliyoruz. SONSÖZ Bir devrin sonuna gelirken, birikimlerini yeni devrin uygarlıklarına aktarma misyonunu üstlenen bilgeler, yeni uygarlıkların tohumlarını ekmişlerdir. Tibet, Hint yarımadası, Mısır ve Amerika kıtası bu oluşumdan nasibini almıştır. Tibet’in uygarlığın aktarılmasından dolayı mı bu mirasa sahip olduğu, yoksa o devrin uygarlığının bir parçası olması dolayısıyla, zaten kendine ait olan bilgiyi korumayı kendine misyon mu edindiği tartışılır. Buna rağmen ikinci görüş akla daha yakındır. Tibet çetin coğrafyası sayesinde bilgeliği uzun bir müddet korumuş ama en sonunda kara büyücülerin dejenerasyonuna teslim olmuştur. Yine de muhakkak ki Tibet tapınaklarında çok özenle korunan bilgiler vardır, ve bunların dışarıya verilmesi tamamen engellenmiştir. Sadece en son olarak Helena Petrovna Blavatsky kabul görmüştür ve ancak onun aktarabilmiş olduğunu kavramaya çabalıyoruz. Uygarlık, Tibet ve Hindistan’a tahmini olarak eşzamanlarda ekilmiş olmalı. Hindistan, çok iddialı gözükmemekle beraber, son dönemlere kadar Buddha öğretisine sadık kalabilmiş ve kendisine diğer devrin aktardığını belli bir ölçüde koruyabilmiş olmasına karşın istikrarlı bir biçimde tutabilmiştir. Kuzey Amerika yerlileri hiçbir zaman birleşip bir imparatorluk kuramamalarına karşın, Avrupalılar topraklarını istila edip onları yok edene değin kendi bünyelerinde kültürlerini koruyabilmişlerdir. Ama yine de onların da medeniyetleri büyük ölçüde saklı kalmıştır. Güney Amerika yerlileri ve bilhassa İnka toplumu istiladan sadece yüz yıl önce büyük bir imparatorluk kurmalarına karşın, Mısır’a eşdeğer bir uygarlık anlayışını sinelerinde barındırmışlardır. İstilayla birlikte bu toplumlar da Kuzey Amerika yerlileri gibi ani olarak son bulmuşlardır. İnka’nın birçok bakımdan Mısır’la büyük benzerlikler gösterdiğini görebiliyoruz. Her iki toplum da birlik bilincinin idrakiyle sosyal dayanışmayı sürdürerek organize olmuşlar, evlerini hatta saraylarını geçici inşa etmişlerdir. İnka halkı evinin ve sarayının damını sazla kapatmış; hem de onca zenginliğine karşın… ama tapınaklarını özenle inşa etmiştir. Mısır halkı göksel hayatın bir benzerini dünya toprağında yaşamaya gayret göstermiştir. Her sene, mutluluk ve bereket getiren Hapi (Nil) nehrinin taşmasıyla yıkılan evini ve sarayını tekrar basitçe inşa etmiş, buna karşın ilahi olana adanmış birçok görkemli tapınak yapmıştır. Mısır ve Amerika halkları mütevazılıkta da benzeşirler. Her iki toplum da altın ve gümüşü sadece törensel amaçla kullanmıştır. İnka, mabet ve bahçelerinde bolca altın kullanmıştır. Belki de Mısır tohumun ekildiği en son uygarlıktır; Atlantis’in batmasından sonra çok uzun zaman dayanabilen Poseidonis adasının da batmasından önce, son miras da Mısır’a emanet edilmiştir. Çok görkemli bir medeniyet yaşamasına rağmen, bu uygarlık nispeten kısa sürmüştür. Ama çok önemli bir farkla; bu uygarlık çökmeden önce medeniyetinin bir kısmını, büyük ölçüde Sokrates öncesi filozoflar vasıtasıyla Eski Yunan’a aktarabilmiş, oradan Roma’ya aktarılarak şimdiki Batı medeniyetinin temeli teşkil edilmiştir. Artık yolun sonuna yaklaşılmaktadır. Atlantis’in Mısır’a aktardığı, oradan da Eski Yunan ve Roma vasıtasıyla Avrupa’ya aktarılan uygarlık, dejenerasyon ve çöküş sürecine girmiştir. Şimdilerde ise gelecek devirlerin uygarlıklarına Bilgeliği aktarmaya yönelik çalışmalar, hazırlıklar başlamıştır. Yazının kaynağı : http://www.oltulu.net Oltulu - Sınırsız Bilgi Paylaşım Platformu
|