Uzaklarda Kalan Kardaşlar - Yunus ZEYREK
Bizim Türkistan dediğimiz anayurt coğrafyası, son zamanlarda Orta Asya adıyla anılmaktadır. Ama hangi adla anılırsa anılsın, bu toprakların hatırlanması, her Türk’ün gönül telini titretir. Ben bu coğrafyayı iki türlü hissederim: Birisi ilkokuldan itibaren tarih kitaplarında okuduğumuz anayurt; diğeri de Ahıska’nın yerli ahalisi olan kardeşlerimizin 1944 yılı kasım ayının karlı buzlu gecelerinde hayvan vagonlarıyla sürüldükleri yerler…
Sovyet rejimi çözüldükten sonra Türkiye’den oralara çok insan gitti. Bunların kiminin maksadı ziyaret kiminin de ticaretti. Şu bir gerçek ki bu gidenlerin bir kısmı duygusuz, düşüncesiz olup sadece çıkar amaçlarıyla oralara gittiler. Bunlar, uzun seneler Rus propagandasıyla bize yabancılaşmış fakat gönlünün bir köşesinde yine de Türk kardeş imajını muhafaza etmiş olan insanlar üzerinde çok fena tesirler bıraktılar.
Orta Asya ülkelerinden Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan, 1944 sürgünlerinin nihaî menzilleridir. Bu ülkelere giden Ahıskalılar anlatıyor: 20-30 gün süren tren yolculuğundan sonra sağ kalanlar, gelip buralara döküldüler. Aç, çıplak… Hiçbir şey yok. Kavim kardaşından ayrı düştüler… Yad yaban eller… Korku ve endişe had safhada. Neyse ki bu ülkelerin yerli ahalisi, Kafkaslardan gelen bu Müslüman kardeşine sahip çıktı; otağını ve ekmeğini bölüştü.
Ahıskalıların onlara duyduğu şükran hâlâ canlılığını koruyor.
1996 yılında gidip Ahıska’yı dolaştım. Fakat o kadar arzu etmeme rağmen Orta Asya’ya gidemedim. Oralardan gelen Ahıskalı hemşehrilerimin davetlerine icabet edemedim. Yani bir vesile olmadı. Ta ki 2006 yılına kadar. Bu senenin mayısında Azerbaycan’ı ziyaret ettim. Sıra Orta Asya’daydı.
Bu ülkelere gidip 1944 yılından beri sürgün hayatına mahkûm olan kardeşlerimi ziyaret edecektim. Bu yolculuğa nereden başlamalıydım? Taşkent’ten! Sonra Bişkek, ardından Almatı ve oradan yurda dönüş.
Özbekistan, âh Özbekistan!
Seneler evvel Mehmet Turgut’un Taşkent’e Doğru adlı kitabını okumuştum. Bir Türk devlet adamının kaleminden Türkistan’ı okumak, bana büyük bir heyecan vermişti. Bu kitabın önsözünde şu satırlar vardı: “Benim çocukluğum, bir hudut köyünde, ihtiyar anneannemin yanında harplere, göçlere, ‘gâvur’lara ait hikâyeler dinleyerek geçmiştir. Çocukluktan gençliğe geçiş yıllarında bu hikâyelerin ruhumda kopardığı fırtına veya uyandırdığı heyecanlar Moskof kelimesi ile birleşmiştir.”
Turgut’un bu satırları, adeta benim duygularımın ifadesidir. Çocukluğumu yaşadığım Gürcistan (Acara-Ahıska) sınırındaki köyümüzde yaşlıların anlattığı savaş ve göç hikâyeleri, ruhumda derin izler bırakmıştı. Ahıska ve Ahıskalılarla ilgili çalışmalarımın temelinde bu hazin hikâyelerin tesiri büyüktür.
Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in 1967 yılı eylülünde Sovyetler Birliği’nin Rusya, Ukrayna, Azerbaycan ve Özbekistan’a yaptığı seyahate katılan -şimdi hepsi rahmetli olan- Şevket Rado, Bediî Faik ve Fethi Tevetoğlu’nun seyahat notlarını da okumuştum. Sovyet devrinin son zamanlarında da Yavuz Bülent Bakiler’in Türkistan Türkistan adlı Özbekistan notları…
Özbekistan, Türk coğrafyasının vazgeçilmez parçasıdır. 1989 yılında bu ülkede Fergana vadisinda patlak veren üzücü olaylarda birçok Ahıskalı katledilmiş, Ahıskalıların ekseriyeti bu ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. Az da olsa Taşkent, Semerkant ve Buhara’da halen Ahıskalılar yaşamaktadır. Türkistan seyahatine onlarla başlamak istiyordum.
Dünyada birkaç ülke hariç, hemen bütün ülkeler yeşil pasaporta vize uygulamıyor. Meğer Özbekistan da bu ‘birkaç nadir ülke’den biriymiş!
Özbekistan’ın Ankara Büyükelçiliğine gittim, müracaat formu doldurdum. Aynı zamanda TİKA Başkanlığı Taşkent’ten ve Ankara’dan resmî girişimde bulundu. Fakat beklenen vize bir türlü gelmedi. Büyükelçilik Müsteşarı Nadir Haşimov’la konuştuk. Ona, “Özbekistan’a gidip dolaşmak, insanlarla görüşmek, röportaj yapmak istiyorum. Sizin tavsiye edeceğiniz kişilerle de görüşeyim. Hatta döndüğümde sizinle ve Sayın Büyükelçi ile de görüşüp konuşalım. Fergana faciasını unutmak için ne gerekiyorsa yapalım.” dedim.
Haşimov, “Büyükelçimiz sizin hakkınızda olumlu bir yazıyla vize talebinde bulundu. Bekliyoruz.” dedi. Bu bekleyiş 15 gün devam etti. Günler geçiyordu, fakat beklenen vizeden bir işaret görünmüyordu.
Âh Özbekistan, Özbekistan… Türk Dünyasının aziz parçası! Sen ne zaman aydınlığa çıkacaksın… Senin şafağın ne zaman sökecek…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanlığına bağlı bir kurum, hem Ankara’dan hem de Özbekistan temsilciliği marifetiyle Taşkent’ten bizim için müracaatta bulunuyor; fakat Özbekistan’dan olumlu veya olumsuz bir ses çıkmıyor!
Büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı ile Özbekistan’ı seyahat programından çıkarmak mecburiyetinde kalıp biletimi Bişkek’e alıyorum…
Kırgızistan
Ankara’dan İstanbul aktarmalı THY uçağı gecenin öte yakasında bizi Bişkek’e indirdi. Kırgızistan Ahıska Türkleri Derneklerinin Genel Başkanı Mürefeddin Sakıboğlu, beni bekliyordu.
Ağustosun son günleri. Eylül geliyor. Eylülün ilk günü, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde bağımsızlık yıldönümü olarak kutlanıyor. Her tarafa afişler asılmış. Bağımsızlığın 15. yılı münasebetiyle birçok faaliyet var.
TİKA’nın Bişkek Koordinatörlüğünü ziyaret ediyoruz. Burası gerek mekân olarak gerekse samimî ve görevini müdrik bir koordinatörle insana ferahlık veriyor. Türkiye’nin Bişkek Büyükelçiliğine gidiyoruz. Genç diplomat Özgür Gökmen’in çayını içiyor ve Kırgızistan’daki Ahıskalılar üzerine konuşuyoruz. Büyükelçi, Kırgızistan Devlet Başkanı Bakiyev’in Türkiye ziyareti öncesi Ankara’ya gitmiş… Genç diplomat Özgür Gökmen’in çayını içiyor ve Kırgızistan’daki Ahıskalılar üzerine konuşuyoruz.
Arkadaşım Mürefeddin Sakıboğlu, orada bir kasabanın belediye başkanı. Belediye binasının yanında bir cami inşa ettirmiş ve Türkiye’den din görevlisi getirtmiş. O günlerde yapılacak yeni seçime hazırlık telâşı var. Rakipleri güçlü. Bunlardan birisi olan bayanla, bağımsızlık kutlamaları sırsında tanıştık, karşılıklı oyun oynadık. Biz Bişkek’ten ayrıldıktan sonra yapılan seçimi, arkadaşımız Mürefeddin Beyin kazandığı haberini alacaktık.
Bir okulun bahçesinde düzenlenen bağımsızlık günü kutlamalarına katıldık. Müzik çalıyor, oyunlar oynanıyordu. Bu törenlerde Ahıskalı miniklerin folklor gösterisi, beni çok duygulandırdı.
Kutlamaların yapıldığı 1 Eylül günü akşamı Ahıskalılarla bir araya geldik. Bişkek ve çevresinde yaşayan Ahıskalıların ileri gelenlerinin iştirak ettiği toplantıda onlara hitap ettim. Bugün halkımızın içinde bulunduğu durumu anlattım. Ahıska Türklerinin geleceği hususunda düşüncelerimi açıkladım. Şu anda yaşamakta oldukları yer, vatan Ahıska, Türkiye hatta ABD gibi alternatifler üzerinde yorumlar yaptım. Halkın, bu alternatiflerden hiçbiri üzerinde karar kılamamış olduğunu gördüm.
Ahıskalıların, yerli ahaliyle münasebetleri gayet iyi. Fakat 62 seneden beri yaşamakta oldukları yerler onlara vatan olmamış. Anadillerini muhafaza ettikleri gibi, hem Rusçayı hem de yerlilerin lehçesini çok iyi biliyorlar. Bir iletişim problemleri yok. Birçoğunun hâli vakti iyi. Fakat yerli ahaliden birisinin, “Hangi toprağın üzerinde yaşadığını biliyor musun?” şeklindeki sorusu, hemşehrimi incitmiş. “Bugün bir şey yok, ama ya yarın?” diyor. Acaba yeni Ferganalar yaşanır mı?
Türkiye faktörünü akıldan geçirenler var. Fakat buradaki ikamet, vatandaşlık, diploma denkliği, iş, sigorta vs. gibi problemler akla gelince bunun da ekseriyete sunulacak bir yol olmadığı anlaşılıyor. ABD’yi düşünen yok. Geriye kalıyor Ahıska...
Ahıska, onlar için ecdat yurdu. Atalarının dedelerinin yattığı mübarek toprak. Hele yaşlılar, Ahıska denince bir iç geçiriyorlar, burunlarının ucunun sızladığını hissediyorum. Fakat Gürcistan’ın katı tutumu ve istikrarsızlığı onları endişelendiriyor.
Ahıskalılar, Türkiye’nin kendileriyle daha ciddî plânda ilgilenmesi gerektiğini dile getiriyorlar.
Kırgızistan Ahıska Türkleri Derneğinde Ahıskalılarla toplantı.
Avrupa Konseyi’nin meseleye sahip çıktığından bahisle Strasburg ziyaretimi anlatıyorum. Yüzlerindeki çizgiler değişiyor. İyimserlik duyguları yüzlerinden okunuyor. Ümitlerin yeşerdiğini açıkça hissediyorum. Sovyet dönemi baskısı, Stalin sürgünü ve bunca ıstırap, onların iç dünyasını karartmış, ümitleri yere sermiş. Şimdi kuvvetli bir el tarafından tutulan vatana dönüş davası, onların ruhunu dalgalandırıyor. Fakat soruyorlar: Ne zaman, nasıl?
Türkiye’de faaliyet gösteren bazı derneklerin Ahıska adını kullanarak hoşa gitmeyen şeyler yaptığını söylüyorlar. “Buralardan giden hemşehrilerimizin elinden tutacak yerde türlü çeşit bahanelerle parasını alıyorlarmış. Bu cahil adamlar, bizim adımızı lekeliyorlar. Türkiye’de kanun yok mu, neden bu adamları men etmiyorlar?” diye soruyorlar.
Buraya gelen bazı akrabalarından Emniyette kötü şeyler olduğunu duymuşlar; kaba muamele ediliyormuş. Bazı nursuz adamların iş birliği ile halkımızın imajı zedeleniyormuş. Bunları bana öfkeyle haykırdılar. Doğrusu onlara cevap vermekte sıkıntı yaşadım.
Yakın zamanda Ahıska’ya gidip gelenler seyahat hatıralarını anlatıyorlar: “Bizim evde bir Gürcü kalıyor. Beni çok hoş karşıladı. Bırakmadı, bir gün misafir etti. Geldiğin gün evini bahçeni alırsın dedi.”
Bir başkası: “Sürgünde ben daha çocuktum. Ama evimizi, bağımızı bahçemizi çok iyi hatırlıyorum. Bizim köye gittim. Köyde kimse yoktu. Her taraf harabeydi. Caminin duvarları ve mihrabı duruyor…”
Bu tür ziyaret hatıraları uzayıp gidiyor.
Ben, “Allah nasip eder vatan kapıları açılırsa, Türkiye de yanınızda olacak. Şimdiden projeler yapılıyor.” diyorum. Seviniyorlar. Fakat Gürcistan hâlâ onlara güven vermiyor.
Bişkek’te bir gönül ehli
Toplantıdan geç saatte çıktık. Bir zaman da dernekte yaşlılarla konuştuk. Çıkışta birisi ısrarla evine davet etti: Elektrik Mühendisi Ömer Bey. Beni arabasına alıp evinin yoluna koyuluyor. Giderken de şuradan buradan sohbet ediyoruz.
Ömer Bey, babasıyla tanıştırıyor: Ahıska İntel’inden Binali Yusufoğlu.
Binali amca, ehlidil bir insan. “İnsanın dört tane düşmanı var: Dil/söz, hers/öfke, tamahkârlık ve pişmanlık!” diyor. Konuşurken bir halk bilgesi tavrıyla konuşuyor. Ezberindeki manzumenin sayısı yok. Bunların kimisi kendinden kimisi de eski âşıklardan. Bazan da bir ondan bir kendinden olmak üzere karışıp gidiyor. Onun şiirlerinde Narmanlı Aşık Sümmani’nin, Hanaklı Mazlumî’nin, Çıldırlı Şenlik’in izlerine rastlıyoruz.
Binali amca, dünyanın kahrını çekmiş, her şeye dayanmış fakat vatan hasretini çekemiyor. Duygularını nazmetmiş. Ahıska-Vatanım adlı bir de kitap bastırmış.
“Zulüm” dediği sürgünü anıp Allah’a sığınmış:
Ahıska’ya indim fendim bozuldi,
Arabalar şoş yoluna düzüldi,
Bu ayrılık bize Hak’tan yazıldi,
Meded Allah meded, sen imdad eyle.
Bizim elde soğuk sular varidi,
Gurbet elde boğazımız kurudi,
Kabire girmezden ceset çürüdi,
Meded Allah meded, sen imdad eyle.
Doğduğu köye hasretini dile getirmiş:
Beledir dünyanın hâli,
Veran kalsın gurbet eli,
İntel’in çiçeği güli,
Yadıma düştü ağlarım.
Bazen feleğe sitem etmiş:
Felek veran koydu bizim elleri,
Bozuluptur Ahıska’nın yollari,
Akmaz oldu Büyük Çay’ın sulari,
Açılmıyor bahça bağın gülleri.
Bir gün olmuş vatanı ziyaret etmiş:
Kırk yıl hasret çektiğim vatan,
Bugün taş toprağın öpmeye geldim;
Sahipsiz duvasız yatan mevtalar,
Kabrizi ziyaret etmeye geldim.
Vatana doğru uçan turnalara seslenmiş:
Yok olsun Borcom’un taze yollari,
Azgur’dan yukarı İslâm elleri,
Okunmaz Kur’anlar, verilmez hayri,
Yesirdür ölüler, bilin turnalar…
Ayrı düştüğü vatana sitem etmiş:
Es-selâmu aleyküm aziz vatan,
Bizden yüz çevirdin, Mevlâ’dan utan.
Hiç vakit düzelmez tuttuğun hatan,
Niçin ağlıyor koynunda yatan…
Sabahleyin erkenden Oş uçağına yetişmek üzere Allahaısmarladık derken Ömer Bey bir paket veriyor elime: Küçük bir poşete özenle yerleştirilmiş üç çift el dokuması nakışlı çorap… Eyvallah!
Bir sünnet düğününe gidiyoruz. Kadınlar bir tarafta, erkekler bir tarafta oturmuş. Masalar donatılmış. Türkiye’den giden din görevlileri Mevlit okumak üzere baş köşeye oturtulmuş. Ahıskalıların memleketteki kirvelik geleneği buralarda da hâlâ yaşıyor. Kirve, bavuluyla geliyor, hediyeleri çıkarıp dağıtıyor. Arkasından müzik başlıyor… Şarkıcılar, Türkçe şarkıları Rusça da söylüyorlar!
Bu gece şarkı söyleyenlerden bir gençle, daha sonra dernekte karşılaştık. Müzik aletleri olmadığından, almaya güçlerinin yetmediğinden bahisle, “Ne olur bize saz, darbuka, gitar, ut gönderin.” diyor. Diğerleri neyse de ut istemesi dikkatimi çekiyor. “Sen ut çalabilir misin?” diyorum. “Vaay, sen ne diyersin, ben udi ağladurum!” diyor.
Celâlâbad
Kırgızistan’ın güney bölgesinde yaşayan hemşehrilerimizi ihmal etmiyoruz. Özbekistan sınırındaki Oş’a uçuyorum. Uçağımız çok eski, belki elli senelik… Koltuklar ayakta duramıyor, kemer filan hak getire! Kendimi, bizdeki Anadolu’nun ücra köylerini kasabaya bağlayan ve çok gürültü koparan bir otobüsün içinde hissediyorum.
Cam kenarındayım. Hava açık. Altımızda beyaz karlarıyla çok yüksek dağların dorukları görünüyor. Geçit vermeyen bu dağlar, haritalarda Fergana Dağları adıyla geçiyor. Pencereden bu zirvelerin fotoğrafını çekiyorum. Sonra da, “Yarabbi, Ahıska neresi burası neresi! Bu insanların buralarda ne işi vardı…” diye kahırlanıyorum. 1944 sürgününün insanları nerelere savurduğunu daha bir derinden hissediyorum.
Bir saat sonra Oş’a iniyoruz. Fakat o da ne, uçak pistin üzerinden uzaklaşıp yeniden yükseliyor. Anlıyoruz ki burada hava sisli. Tekrar inişe geçiyor.
Emektar uçağımız bizi sağ salim yere indirdi.
Alandan çıkışta tanıdık bir sima arıyorum, ama yok! Birisi yaklaşıyor, birisi daha. Bunlar taksici. Rahat konuşabiliyoruz. Birisi Azerî, diğeri Özbek’miş. Bu uzak diyarlarda yabancı birisiyle kendi dilinizle konuşabilmek ne güzel!
Ama beni bekleyen birisi olmalıydı, o nerede? Ha işte geliyor. Celâlâbad Ahıska Derneği Başkanı Süleyman Sariyev. İstikamet Celâlâbad. Bir buçuk saatlik yol…
Celâlâbad, Özbekistan sınırına yakın ve küçük bir şehir. Önce Valiliğe gidiyoruz. Vali İskender Haydaraliyev, bizi samimî bir şekilde karşılıyor. Ona hemşehrilerimizden bahsediyorum. Süleyman Bey de kendisini üzen bir meseleyi anlatıyor. Vali, ciddiyetle dinliyor ve üzerine düşeni yapacağını söylüyor. Fotoğraf çekiliyor ve vedalaşıyoruz.
Derneğe gidiyoruz. Oradaki hemşehrilerle buluşuyoruz. Biraz sohbet ettikten sonra ver elini Suzak ilçesinin Bagiş/Bağış köyü.
Burası, Ahıskalılardan başka Kırgız ve Özbeklerin de yaşadığı büyük bir köy. İçme suyu yok. Kamyonla su taşınıyormuş. Sovyet zamanı elektrikli motorla kuyudan su çekilip kullanılıyormuş. Şimdi elektrik parası ödenemediğinden su kıtlığı çekiliyor.
Burada Ahıskalı aksakallılarla bir araya geliyoruz. Onlara Ahıska’yı soruyorum. Anlatmakla bitiremiyorlar. “Ahıska, ekilip biçilecek yeri olmayan yaşanmaz bir yer diyorlar. Ne dersiniz?” diye soruyorum. Kesin ifadelerle karşı çıkıyorlar. “Kim demiş onu? İnanma! Biz tarlalarımızda buğday yetiştirirdik. Elmamız, armudumuz, üzümümüz, karpuzumuz vardı. Küçücük köyümüz savaş zamanı devlete 13 ton fasulye verdi. Malımız davarımız vardı. Yaylalarda yağ peynir yapardık. Bizi sürdükleri zaman ambarlarımız doluydu. Kimler yağmaladı malımızı?” diyorlar.
Raife nene: “Burada ne var ki…”
Burada yaşayan ve kendisini, “Kadim kızı Raife” diye takdim eden 86 yaşındaki nenenin hayali ve sözleri hatırımdan çıkmıyor. Ona Ahıska’nın hangi köyünden olduğunu soruyorum, “Çunta’nın kızı, Çunta’nın geliniyim!” diyor. Sürgünde henüz yeni gelin olduğunu anlatıyor. Ona Ahıska hayatını soruyorum. Tarifi imkânsız bir vatan hasreti yüzünden okunuyor. Derinden bir of çektikten sonra kesik kesik anlatıyor: “Oralarda ne yoktu ki… Her şeyimiz vardı. Buralarda ne var ki…” diye devam ediyor.
Yine bu köyün en yaşlısı olan 1918 doğumlu Rical Ahmedoğlu ile konuşuyoruz: “1939’da asker oldum. Yedi buçuk sene askerlik yaptım Sovyet’e. Biz kimin için savaştık? Kafam çalışsaydı kaçar Türkiye’ye giderdim… Âh şimdi ayağımız vatanımız Ahıska’ya bir ilişse …” diyor.
Rical dedenin oğlu Enver Aliyev, işi gücü yolunda, evi barkı muntazam, hayatından memnun; Hacca da gitmiş. Şimdilik halinden memnun görünüyor ama yarın ne olacak, o da bilmiyor… Bir gece kaldığımız bu köyde Hacı Enver’in misafiri olduk.
Oş
3 Eylül günü Celâlâbad’dan bir taksiyle Oş’a hareket ediyoruz. Bu yolculukta ne kadar yorulduğumu anlatamam. Bu bir buçuk saatlik yolu adeta hasta gibi tamamladım. Yol boyunca barikatlar geçiyoruz. Eli silâhlı askerler, yolu kontrol altında bulunduruyor. Özbekistan’dan geçen teröristler, asayişi ihlâl ediyor, kanun dışı hareketlere kalkışıyorlarmış.
Oş’taki Ahıskalılar Derneğine geldik. Şehir ve çevre köylerde yaşayan aksakallı Ahıskalılar bizi bekliyorlar. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra toplantı başladı. Onlara da bugünkü panoramayı anlattım. Sorular sordular, cevapladım. Buradaki insanların da hâli vakti iyi. Fakat herkeste bir yarın endişesi var. Kimsesini Türkiye’ye gönderen, bir ayağını buraya atmış gibi hissediyor. Gürcistan’a güvenemiyorlar. Bir yandan vatan hasreti, bir yandan yarın endişesi, onları kararsız kılmış. “Vatandan vazgeçilmez, ama hani vatan?” diyorlar.
Dernek Başkanı Kemal Karayev, çok faal bir insan. Oş şehri adeta ondan soruluyor! Toplantı sonrası dernek yöneticileriyle birlikte yemeğe gidiyoruz. Sohbet ve muhabbet yemekte de devam ediyor. Bu sofrada kimler var: Başkan Kemal Karayev, Rüstem Bedelov, Dr. Telman Bedelov, Koçali Aliyev, Dt. Enver Memedov, Mehmet Kolikov ve Celâlâbad Derneği Başkanı Süleyman Sarıyev…
Oş ve çevresinde 15.000 kadar Ahıska sürgünü yaşamaktaymış. Bunların çoğunu Hokam köylüler teşkil ediyor. Geçimleri iyi. Hele aralarındaki samimiyet, açıkça kendini gösteriyor ve bizi sevindiriyor. Örnek bir dayanışma içindeler.
Yemekten sonra uçak saatine kadar şehir gezisi plânlamışlar.
Oş, yemyeşil bir şehir. Tarihî ve tabiî güzellikleriyle zengin bir manzarası var. Arkadaşlar, buranın bolluk ve bereket yeri olduğunu söylüyorlar. Şu andaki Bişkek yönetiminin de Oşlu olduğunu bilhassa belirtiyorlar.
Süleyman Dağı’na tırmanıyoruz. Bu dağın en sarp ve kayalık tepesi 1973-78’de oyularak Kırgızistan Medeniyeti Müzesi yapılmış. Müzeyi dolaşıyoruz. Bir Kırgız kızı önümüze düşüp tek tek anlatıyor her eşyayı. Buradaki tarihî eşyalar, aynı zamanda bizim medeniyetimizin numuneleri diye düşünüyorum.
Dağın diğer ucundaki tepede eskiden Bubür’ün evi varmış, yıkılmış. Sonra onun yerine küçük bir yapı yapılmış; içinde cüppeli bir Kırgız kocası oturuyor. Gelen ziyaretçilerle dua ediyor, ziyaretçiler de ona bahşiş veriyorlar. Biz de öyle yaptık. Bu tepeden Oş şehrinin panoramasını seyretmek çok güzel…
Hepsi otomobille havaalanına kadar gelip beni yolcu ediyorlar.
Allahaısmarladık, hoşça kalın hemşerilerim…
Bişkek’e dönüş
Bişkek uçağı bir saat tehirle Oş’tan havalandı. Akşamın karanlığında Bişkek’e indim. Dernek Başkanı Mürefeddin Sakıbov bekliyor. Hemen arabaya atlıyor, Lüksemburg köyüne hareket ediyoruz. Müref arasıra, “Geç kaldık Hocam, geç…Millet bizi bekliyor.” diyor. Ben de ondan geri kalmamak için, “Kardeşim elinize düştük diye bir insan bu kadar yorulmaz ki… Bak bu sabah çok kasvetli bir yolculuk yaparak Oş’a geldim. Oş programı çok yoğun geçti. Gecenin bu saatinde Bişkek’in bilmem ne köyüne götürüyorsun beni…” diyorum. Gülüşüyoruz. Bu ilişmelerle ilerlerken yolu şaşırıyoruz. Müref telefon ediyor… Meğer yol ayrımını geçmişiz, haydi dön geri…
Issık-Ata ilçesine bağlı Lüksemburg köyünde önce Almanlar da yaşıyormuş. Onlar gitmişler. Şimdi burada Kırgızlar, Çinli Müslüman Dunganlar ve Ahıskalılar yaşamaktaymış. Reşit Şamiloğlu’nun evinde sofralar kurulmuş, millet sofrada bizi bekliyor.
Saat ilerlediği için hem yemek yiyor hem de konuşuyoruz. Unutulmaz bir akşam… Yemekten sonra buradaki davetlileri kamera karşısına alıyoruz. Tek tek konuşuyorlar. Hepsinin ortak fikri şöyle: Allah’a şükür burada şimdilik hayatımız normal devam ediyor. Bir şikâyetimiz yok. Ama uzaklarda ata yurdumuz bizi bekliyor. Türkiye bizi unutmamalı.
Azerbaycan TV muhabiri ve Bişkek’te çıkan Türkel gazetesinin Başredaktörü Ramiz Meşedihesenli, oraya geldiğimizi duymuş. Telefonla aradı. Bişkek Ahıska Derneğine davet ettim. Geldi görüştük, konuştuk ve bir mülâkat verdim. Ramiz Beyin Türkel gazetesi, Orta Asya’da Türk’ün sesi gibi bir özelliğe sahip.
Artık Kırgızistan günlerinin sonuna gelmiştik.
Bişkek derneğinde iki gençle tanıştım. Onları da burada anmalıyız.
İsa Mehmedov (1970), Spor Akademisi ve Balasagun Memleket Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiş. İtalya-Venedik’te (1996), Yugoslavya-Belgrad’da (2001), Macaristan-Debrecen’de (2002) kikboks dünya kupasını almış. Tataristan-Kazan’da (1997) ve Kırım’da (2000) Avrasya birinciliğini almış. Kırgızistan Millî Kikboks Takımı kaptanlığı yapmış.
Şaban Şadmanov (1970), Isık Spor Akademisinden mezun olmuş. Muhtelif birincilikler kazanmış. Bişkek’te Kırgız-Türk Spor Kulübünde 70 kişilik bir kikboks takımını çalıştırmaktadır.
Bu gençler, spor müsabakalarına Kırgız bayrağı yanında Türk bayrağını da alarak çıkıyorlarmış. Onların ilgiye ihtiyacı var.
Kazakistan
5 Eylül sabahı Kırgızistan’dan ayrılıyorum. Ahıskalıların yoğun olarak yaşadığı şehirlerden biri olan Kazakistan’ın Cambul şehrinden dostumuz Nazım Kadiroğlu, bir jiple beni almaya geldi. İstikamet Cambul…
Bişkek’ten sonra yolumuz Karabalta’ya uğruyor. Burada da Ahıskalılar yaşamakta, fakat onları ziyaret edemiyoruz, zira zaman az. Gümrükten geçip Kazakistan’a giriyoruz. Merki kasabasından geçerken Nazım Bey, burada da Ahıskalıların yoğun olarak yaşadıklarını söylüyor. Daha dikkatle bakıyorum jipin penceresinden. Bahçelerden, tarlalardan ve yeşilliklerden, ekili dikili alanları bol bir memleket olduğu anlaşılıyor. Solumuzda sıra sıra yükselen Aladağlar bizi takip ediyor.
Ve işte Cambul.
Bu şehrin tarihî ismi Evliya-ata’ymış, sonra Taraz olmuş. Sovyet zamanında da bir şâir olan Cambul’un adı verilmiş. Bu şehrin şimdiki ismi Taraz.
Taraz, ilk görüşte hoşuma gitti. Güzel, mamur ve temiz bir şehir.
Taraz’da bizi Ahıskalı Enver Devrişov karşılıyor. Onun ailesi, Ahıska’nın Ercene köyündenmiş. Sürgünde Özbekistan’a gitmişler. Fergana olaylarından sonra buraya gelmişler. Bir aile şirketi kurmuşlar. Ticaretle meşgul oluyorlar; vatan millet meselesiyle de yakından ilgileniyorlar. Ne güzel… Bu şehirde kaldığım birkaç gün, onların kardeşçe ilgisini gördüm.
Taraz Derneğinde bir toplantı düzenlemişler. Çevre köylerden ileri gelen hemşehriler toplantıya iştirak ettiler. Ahıska Türklerinin sürgün hayatının devam etmesi ve günümüz şartları üzerinde bir konuşma yaptım. Hayli canlı geçti. Tartışmalar oldu. Fakat vatan davası ittifakla kabul gördü.
Kadınlarımız
Taraz Ahıska Derneğindeki toplantıya gelenler arasında iki de hanımefendi vardı. Birisi Leylâ Hacıyeva, diğeri Doktor Nergiz Hanım. Leylâ hanımdan sonra derneğin kadın kolundaki sorumluluğu Nergiz Hanım üstlenmiş.
Taraz günlerinden birinde Leylâ Hanım bizi kahve içmeye evine davet ediyor. Ahıska’nın Kılde köyünden Feyzuloğlu Taştan Beyin kızı. Ailesi, Özbekistan’a sürülmüş. Kendisi, 1947 yılında, yani sürgünün en sıkıntılı zamanında Özbekistan’ın Kokant şehrinde dünyaya gelmiş. 1964 yılında Kazakistan’a gelin gelmiş. Eşi Çingiz Bey, Ahıska’nın Oşora köyünden bir aileye mensup ve matematik öğretmeniymiş. Leylâ Hanım, evlendikten sonra Ekonomi Fakültesini bitirmiş (1973). 38 sene Mihailovka ilçesi Bilgi İşlem Merkezinde çalışmış. Şimdi emeklilik hayatını yaşıyor. Eşi vefat etmiş. İki oğlundan Yusuf, Türkiye’de turizm işinde, Alibeg de Almatı’da bir Türk firmasında çalışıyormuş.
Kahveler içilirken Leylâ Hanım, eski resimler getiriyor, tek tek gösteriyor ve anlatıyor: “Babam, Tiflis’te okumuş, Ahıska’da kaymakamlık yapmıştır. 1999 yılında Kuzey Kafkasya’da Nalçik’te vefat etti. Kayınpederim Yusuf Bey, Leningrad Komünist Partisi Yüksek Okulunu bitirmiş, Ahıska’da KP Birinci Sekreteri olmuştu. Stalin zamanında 1937 yılında halk düşmanlığıyla suçlanarak sülâlenin bütün erkekleriyle birlikte Sibirya’ya sürüldü. Hepsi kurşuna dizildi.”
Ortalığa bir hüzün çöküyor. Saate bakıyoruz. Çantamdan fotoğraf makinemi çıkarıyorum. Bu anı tespit ediyorum. Allahaısmarladık diyeceğim sırada Leylâ Hanım küçük bir poşet veriyor: Bir çift el dokuması beyaz çorap! Misafire çorap vermek eski bir gelenek…
Taraz derneği, müstakil ve mütevazı bir yapı. Başkan Dr. Dünyadar Abdullahoğlu, Ahıska’nın Şaloşet köyünden. “Bizim köyün asıl adı Şavşet’tir. Gürcüler Şaloşet yapmışlar. Ben geçen yaz Türkiye’deki Şavşet’e gittim. Köylerde dolaştım ve ücretsiz muayene yaptım.” diyor.
Derneğe gençler de geliyor. Burada dikiş atölyesi var. Çok başarılı folklor ekibinin kıyafetlerini kendileri dikmişler. İç açıcı şeyler... Ekibin başında bu işi çok seven disiplinli bir genç kız var: Zülfiye Fermanova. Bu ekip Taraz ve çevresinde yaşayan Ahıska Türklerinin sosyal faaliyetlerine katılıyor. Onları bir gün Türkiye’ye davet etmek geçiyor içimden.
Taraz’ın hemen yanı başında 2000 haneli Prigorodnoye köyüne gidiyoruz. Hemşehrimiz tüccardan Aydın Bey, orada gün görmüş komşularını bir araya toplamış. Onlarla konuşuyor ve tek tek video kaydı yapıyoruz. Bunlar, Ahıska’nın asil evlâtları, sürgünü yaşayan canlı şahitler. İsimlerini takdim ediyorum: Sülisli Nazım Hampaoğlu (84), kardeşi Mülazım Fedlioğlu (72), Valeli Şevket İbrahimoğlu (85), Valeli Yasin Seferoğlu (72), Valeli Süleyman Alioğlu (69), Valeli İzahar Binalioğlu (70), Valeli Feyyaz Mehmedoğlu (71), Zarbastubanlı Zeyni Osmanoğlu (82), Sülisli Gazi Niyazoğlu (78)…
Faciadan başka bir şey olmayan hazin tarih sayfalarını yeniden yaşıyoruz. Özetin özeti: Ahıska Türkleri, 1944 kasımında yok edilmek istenmiş. Ama onlar zulme direnmişler ve birçok kayba rağmen hayattalar!
Aynı günün öğlesinde Taraz’a döndük. Burada Enver-Rüstem Devrişov kardeşlerle amca oğlu Mahmut Nureddinoğlu’nun inşa ettirdikleri Derviş Ata Mescidinde öğle namazı kılıyoruz. Namazdan önce Ahıska-Varxanlı olup Özbekistan’dan gelen Molla Zorbeğ, vaaz veriyor. Namazdan sonra caminin son cemaat yerinde bir halka hâlinde oturduk. Ben, sebebi ziyaretimi anlattım. Dikkatle dinlediler. Molla, bana hitaben, “Misafir Beyefendi, bir dua buyurun!” dedi. Bu anî teklifle ellerimi açtım ve âmin diyerek darmadağınık olan vatan-cüda Ahıskalılar için dua ettim. Herkes sesli olarak âmin dedi. Ortalığı bir duygu bulutu kapladı. Yaşlılar konuştu, kamera çekti…
Camide, Enver Odabaş’ın damadı Merdali Mirzayef’le tanıştık. Israrla evine davet etti. Bahçede oturduk. Üzerimizden sarkan asmalardan üzüm koydu önümüze. Kayınpederini andık, onun fotoğrafını verdi.
Hacı Rüstem
Bizi ilk karşılayan ve hep yanımda olan hemşehrim Enver’den başka beş gün boyunca, kaldığım yerden her sabah alıp akşama kadar ilgilenen Hacı Rüstem’i takdim etmek isterim. Ailesi Ahıska’nın Lelivan köyünden. Fergana olaylarından sonra önce Rusya’ya sonra da buraya gelmiş. Uzun zaman müzikle meşgul olmuş. Sonra ufaktan başladığı ticaret işini otomobil ticaretine getirmiş. Hacca gitmiş. Hacı olmaktan dolayı duyduğu mutluluğu anlatamam. Buna Lelivanlı olmanın gururunu da eklemeliyiz! Destek olduğu bir Kur’an Kursuna götürdü beni. Türkiye’de yetişmiş Kazak hocalar, okul saatleri dışında, mini mini Kazak çocuklarına İslâm dinini öğretiyorlar.
Hacı Rüstem’le Taraz pazarına gittik. Burası çok zengin bir pazar yeri ve kalabalık. O, bir işi dolayısıyla bir ara benden ayrıldı. Ben de pazarı dolaşıp Ahıskalıların fotoğrafını çektim. Bizimkiler zaten ilk bakışta hemen belli oluyor. Neler neler getirmişler pazara: Elma, armut, üzüm, ahududu, çilek, domates, salatalık, biber, marul, soğan, turp, maydanoz…
Hacıyla buluştuğumuzda hadi bir de beraber dolaşalım dedi. Gerçekten de fotoğrafını çektiklerimin hepsi Ahıskalıymış!
Bişkek’te anlattılar: “Yerlilerden bazıları, her zaman bizim pazara gelmemize müsaade etmiyorlar. Yetiştirdiğimiz ürünleri, bizden ucuza alıp şehirde kendileri satıyorlar!”
Bir gün yine bir camiye götürdüler. Burası Rovnoye köyü.
Namazdan sonra Ahıska’nın Untsa köyünden Hacı Begali’nin hayır yemeğine gittik. Burada da hayli kalabalık vardı. Kur’an okundu, dualar edildi. Yemek ve sohbet edildi. Hacı’nın bir oğlunun Taraz’da kuaför dükkânı var. Bu dükkân, Ahıska’daki köylerinin adını taşıyor: Untsa Güzellik Salonu! O günlerde hayli uzamış olan saçımdan ben de burada ayrıldım!
Taraz’da buna benzer Ahıska adını taşıyan başka ticarethaneler de gördüm.
Bu kadar zulüm, ayrılık ve baskılara rağmen Ahıskalıların köklerinden kopmadan kendi sosyal hayatlarını devam ettirmeleri çok sevindirici.
Hacı Rüstem beni Rovnoye köyüne bir kere daha götürdü. Berat Kandili akşamıydı. Gittiğimiz evin bahçesinde yemek sofraları kurulmuş, müzik çalıyordu. Krasnodar’dan Amerika’ya gidecek olan birisi akrabalarına veda etmek üzere gelmişti. Bu yemek ve eğlence onun içindi! Şavkinaz nene, “Ola oğul, ölem canan, biyere gétme, buraya gel!” diye yalvarıyordu. Ama karar verilmiş, işlemler bitmişti…
Bu akşam orada görüp konuştuğum iki nine var: Her ikisi de Ahıska’nın Küçük Sımada köyünden olup şimdi Taraz’ın Rovnoye köyünde yaşayan Rızakızı Şavkinaz nene (1922) ve Ömerkızı Hanım nene (1933).
FOTO: Âh vatan diyenlerden Şavkınaz ve Hanım nineler
Bir gün de yolumuz, Taraz’ın bir mahallesinde oturan Nebi’ye düştü. Nebi’nin evi stüdyo gibi. Sesli ve görüntülü cihazlar, kaset ve CD’ler, eski teyp bantları… Bizim ses sanatçılarından kim yok ki…
Nebi’nin babası Ümmet Recepoğlu, Ahıska’nın Kisetip köyünden.
Ümmet amca, Kisetip’in Saitler sülâlesinden olup 1929’da bu köyde dünyaya gelmiş. Onun bitmez tükenmez hatıraları var: “Ben çocukken bizim köyden Şükrü Dede, karısıyla oğullarını, gelinlerini, hatta mal davarını da alarak Türkiye’ye kaçtı. Meğer sınıra yakın bir yerde dede hastalandı, yolda kaldı. Rus askerlerinin köpekleri parçaladı. Oğulları Muhlis, Celeli ve Zobi kardeşler ailece kaçmayı başardılar. 1952’de karısı Nazo nene Fergana’ya geldi; yakınlarını ziyaret edip Türkiye’ye döndü.” diyor.
Ümmet amca sürgünü anlatırken, “Hayvan vagonlarına doldurulduk. Bir katar, 45-50 vagondu; biz, 47. katardaydık...” diye başlıyor. 25-30 gün süren o ölüm kalım yolculuğunu unutamıyor. Nasıl hayatta kalabildiğine şaşıyor…
Çiçek nene
Dostum Nazım Kadiroğlu, bir gün beni alıp kendi köyüne götürüyor. Burası Taraz’ın Ayşe Bibi köyü. Ayşe Bibi türbesini ziyaret ettikten sonra evine gidiyoruz. Annesi Çiçek neneyle uzun uzun konuşuyoruz. 75 yaşındaki Çiçek nenenin ailesi sürgünde Özbekistan’a gitmiş. 1961’de Azerbaycan’a gelmişler. Burada 12 yıl kaldıktan sonra Ahıska’ya gitme ümitleri kaybolunca, 1973 yılında Kazakistan’a gelmişler.
Ona Ahıska hayatıyla ilgili sorular soruyorum. Her şey aklında. Bir bir anlatıyor. Kendi ağzıyla veriyorum:
Ben Axısxa’nın Xarcam kövünün kıziyim oğul can.
Abastuban çermügünde Gürciler ve Ermeniler de yaşardi. Burada bazar kurulurdi. Bütün köyler bu bazara gederdi. Biz de un, kartopi (patates), tavux, yumurta, alma götürür satardux.
Yazlari Persat yaylasına çıxardux. Ben de anaminen yaylaya gederdim. At, öküz, inek, camuş, koyun saxlardux (beslerdik). Evvelleri südi tekneye koyup kaymağni alurmişler. Biz südi kaymaği ayırmada makine kullandux. Kaymaği yayuxda yayar, yağ çıxarurdux. Ağaçtan yapılma ev aletleri poçka, külek, kolop, kod, elek, xalbur ve tepir kullanurdux.
Koyunun yüngünden döşek, yasdux, geyim eşyası yapardux. Çığrıxda ip bükülür, iginen ağırşağinen iplik egrülürdi. Dezgâhda şal toxunurdi. Adamlar bundan çeket pantul geyerdi. Xali, kilim, cecim toxunurdi. Lazut (mısır) çalasından, cilden xasır yapılurdi. Camuşun derisinden çarux yapardiler. Ben çarux geydim.
Buğda, arpa, lazut, lobiya, kartopi ekerdux. Bizim orda fene kartopi olurdi! Kolxozlar kurulup mülkümüz alınanda her şey azaldi. Pirinç bilmezdux. Buğdadan yarma yapardux. Yarma pilavı gözel olurdi. Lazuttan keş, papa, kuymax, hasuta, cadi; xamur işlerinden xinkal, makarlama, kete, katmer, sinor, erişte, bazlama yapardux. Evimizde furun varidi. Furunda etmek, cadi, gevrek, furuç büşürürdux. Baxcalarımızda her çeşit meyva varidi. Laxana, turpi, kartopi, yeralmasi, soğan, sarmusax, xıyar, tomatis, kavun, karpuz, carxala ekerdux. Meşelerde, fundux, kızılcux, makval, cinav, çigelek, jola, mesxal, motsi, tavşan almasi; tallalarda kondar, pampara, ğımi, cunaçuna, kuzikulaği toplardux. Tallalar koşulanda atol çıxardı. O, yeralmasından da eyidi. Petegimiz varidi.
Adamlar ekinleri tırpaninen biçer, kariler de dirgen ve tırmığinen toplardiler. Xarmani öküzlerin çekduği, altı taş döşeli gemiynen döger, yabaynan da savururdux. O zamannar makine yoğidi.
Axısxa’dayken çocuxluğumda üç sene mektebe getdim. Bir ders Gürcice, gerisini Azerî Türkçesiynen göriyerdux. Xocalar da Azerbaycan’dan geliyerdi. O zamannar Türkçe çalıp çağıran bir Gürci varidi, adına Âşık Eto diyerdiler.
Sürgün gecesinden bir ay evvel köylere esger töküldi. Halğa heçbir şey söylemediler. Bir sabax namazi vaxdiydi, her tütünden bir adami caminin ögünde toplantiya çağırdiler. Sürgün xaberini verdiler. Millete, sizi geri getüreceyux diye kandurdiler. Yanımıza bir şeyler alaceyux. Ama neye doldurax, çuval bile yoğidi…
Alabilduğumuz kadar yağ, peynir, pestil, taxıl aldux. Evlerimizi terk etdux. Axorlarda mallar bögrüşmeye başladi. Allah can, ne ezebidi… İkindi vaxdi bizi kamiyonnara doldurdiler. Heç unutmam, atımız xuysuzidi, babamdan başxa kimseye itaat etmezdi. Evden kamiyonun yanına yük taşurken terledi. Babam kamiyona binmeden semerini çıxarıp köyün kenarında saliverdi.
Trenner Azğur’daymiş, bizi oraya götürdi, boşaltdiler. Burada üç gün bekledux. Vaxıt tamam dediler. Axşam namazi karanuğunda şennigi vagonnara doldurdiler.10-15 tününü (haneyi) bir yük vagonuna dolduriyerdiler. Hava çok savuğidi. Perişan bir halda, feryat fiğaninen tren hareket etdi. Trenimiz Ural dağlarında bozuldi. Bu yüzden dört gün bekledux. Acluxtan, savuxdan neler çekdux oğul can… Allah düşmenime de göstermesin.
Varxanlı Aslanoğlu İsmail anlatıyor
Ayşe Bibi köyünde konuştuklarımdan biri de Aslanoğlu İsmail. Ahıska’nın Varxan köyünden olup şimdi 77 yaşında. Adımı soruyor, Yunus deyince, hoşuna gidiyor, Yunus Emre’yi hatırlıyor ve ondan bir dörtlük okuyor. Ben soruyorum, İsmail amca cevaplıyor.
Onun anlattıklarını hülâsa ediyorum:
“Benim anam Posofludur; Cilvana’da Pehlivangil’den Kâmil ağanın kızı Balli. Acaba dayılarım filân var mı Türkiye’de?
Sürgünde ben 16-17 yaşındaydım. Her şeyi bugün gibi hatırlıyorum.
Vatanımızda çok güzel hayatımız vardı. Ne yetişmezdi ki bizim oralarda… Meyva, aha böyle olurdu! Türlü çeşit elma armut olurdu: Kabak armudu, ağırşak armudu, sasela, gügüm armudu ve daha… Soba alması, labada alması, Ecere alması, safran alması, ehmedağa alması, uzun alma ve daha… Ahıska’ya alma, armut, tahıl, fasülye götürür satardık; çay, şeker, sabun, tuz alırdık…
Ahıska’ya gelen tren hattının inşaatında çalıştım. Parasız pulsuz, samanlıklarda yatarak çalışıyorduk. Babam vefat etmişti. Ağabeyim Şahmurat tekniker okulunu bitirmişti, 1941’de asker olup savaşa gitti. Mektubu geliyordu; yaralanmış Litvanya’da hastahaneye yatmıştı. Hastahaneden çıkınca tekrar cepheye gitti ve bir daha haber alamadık. Erkekler hep askere götürüldüğü için tarla çayırı kadınlar biçiyordu.
1944 Kasımın ortasında, köylere asker döküldü, çıkın dışarı diyerek milleti tarlalara döktüler. Bundan bir gün önce Vale, Ude ve Aral’ın Gürcüleri bizim köye geldiler. Meğer devlet bizim evlerimizi, malımızı, davarımızı onlara paylaştırmış. Bizler evlerimizden çıkarılınca hepsi evlerimize sahiplendiler.
Üstü örtülü Amerikan kamyonları geldi. Millet ağlaşıyor, ayrılık zamanı. Ben çocuğum, gücüm yetmiyor, anamın hazırladığı çuvalı kaldıramıyorum. Yakınlarımız yardım etti.
Hava soğuk, vagonun tahta aralıklarından tipi üflüyor, donuyoruz. Günde bir defa yiyecek veriyorlar. Soğuk ve açlıktan çok insan öldü. Yetim altı bacının bir erkek kardeşi vardı ki o da yolda öldü. Geldik yad yaban ellere düştük. İki aileye bir ev verdiler. Bizim milletin bahtı kara, sahibimiz yok! Neler çektik, ne günler gördük. Şükür bugünümüze…
Özbekler 40 sene kız alıp verdiler, 41. sene neler yaptılar…
Gürcistan yola gelmez. Ona inanılmaz ki… Benim kızımın evli bulunduğu Valeli bir sülâle, 1989’da Gürcistan’a gidip Sıxaltuba’ya yerleştiler. Bunların başı Çaxo, Gürcüce de biliyordu; ben Gürcüyüm, ben Stalin’in oğluyum, dedi. Gürcüler gene de kabul etmedi, 500 kişiyi kapı dışarı ettiler. Çaxo, Semerkant’ta kahrından öldü. Kızımgil de şimdi Kırım’da yaşıyor.
Bizim millet ya böyle perişanlıkla dağılıp gidecek ya da Gürcistan kanun çıkaracak, vatana döneceğiz. Gürcistan lâzım gelen şartları tesis etmelidir. Evimizi barkımızı, malımızı davarımızı nasıl ki yağmalattı öyle de iade etmelidir. Allah nasip etse gidip vatanımda ölmek isterim.
Söz, Şazim Hurişanoğlu’nda
1939 yılında Ahıska’nın Sıre köyünde dünyaya geldim. Sürgünde henüz beş altı yaşlarındaydım. Olup bitenleri büyüklerimizden yıllarca dinledik. Rahmetli annem ve amcam anlatırdı ki, 1937’de Posof’tan Vaxlali Ahmet bizim köye gelmiş. Atıyla, bıyığıyla kendini belli eden çok heybetli ve nüfuzlu bir adammış. Babama demiş ki, Molla Hurişan, bu son gelişimdir. Gel seni o tarafa götüreyim. Yollar bağlanıyor, sonra gelemem. Babam da diyor ki, hanım gelmez. Ahmet, ‘Ola sen gel, karın gelmezse gelmesin, ben seni ertesi günü evlendiririm.’ Anam ağlıyor ki, çoluk çocuğumuz var, nasıl gelelim…
Biz 1944 sürgününde Özbekistan’a gittik. Vatana dönüş ümidiyle 1961’de Azerbaycan’a geldik. Zanavlı Mevlüt Bayraktarov’un ajitasyonuyla millet gelip Saatli, Sabirabad, Alibayramlı’ya döküldü. Biz de Beylagan’a yerleştik. Buralar sırf tuz! On iki sene yaşadık. Vatandan ümidi kesince 1973 yılında Taraz’ın Ayşebibi köyüne geldik.
1968 yılında Enver Odabaş’la beraber 150 kişi Moskova’ya gittik. Aynı şekilde bir de 1971 eylülünde gittik vatanı istemeye! Bize iyi muamele etmediler. Biz de Komünist Partisi’nin önüne gidip pasaportlarımızı attık. Önümüze arabalarla barikat kurdular. Biz de teker teker çıkıp Altay Oteline gittik. Sabah erken kalkıp tekrar KP’nin önüne gittik. Bizi tutup şehirden 125 km uzakta bir karakola götürdüler. Nezarete alıp demir karyolalara oturttular. Akşam vakti de Bakü trenine bindirdiler!
Bugün buralar rızkımızı veriyor. Fakat 1989’da Özbekistan’da yaşanan olaylar gözümüzü korkuttu. Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev’den razıyız. Ama ondan sonrası ne olur, bizim milletin işi ne olur bilemiyorum…
Türkiye’ye gidenlerin de birçok problemi var. İkamet, iş… Millet darmadağınık. Türkiye bize sahip çıksa, Gürcistan’da sağlam bir kanun çıksa, vatanımıza dönsek, elbette iyi olur. Biz maddî destekten ziyade güvenliğimizin sağlanmasını isteriz.
Almatı
Bir gece vakti Taraz istasyonundan bizi Almatı’ya uğurladılar. Enver Devrişov, trenden kuşetli yer almış bizim için. Uzun yol arkadaşım yine Nazım Kadiroğlu. O yukarıda ben aşağıda yattık. Ama tren sanki kayalıklar üzerinden gidiyor! Bu on saatlik yolun gürültüsünü hiçbir demiryolunda yaşamamıştım!
Sabahın erken saatlerinde Almatı’ya indik. Bir köşeye geldik. Hemen hepsi kadın, üzerimize hücum ettiler. Bir günlük ev kiralayacakmışız! Nazım Bey öyle diyor. Bu kadınlar da kendi evlerini kiralamamız için üşüşmüşler. Nazım Bey sorup sual ediyor, evin vasfını ve fiyatını. Rus bir kadının evinde karar kılıyor. Kadın düşüyor önümüze. Sola dön yürü, sağa sap yürü derken geliyoruz eve. Anahtarı veriyor, parasını alıp gidiyor. Biz bir güzel banyo yaparak yol yorgunluğunu üzerimizden atıyoruz. Bir de çay… Ver elini Almatı Ahıska Derneği.
Derneğin emektar hadimi Nizamettin Beyle Murat Mehmedoğlu bizi karşılıyor. Başkan Ziyaettin Beyin birazdan geleceğini söylüyorlar. Ama vakit hayli ilerliyor. Ben burada da Türkiye Büyükelçiliği, TİKA ve Anadolu Ajansı’na uğrayacaktım. Hatta AA Temsilcisi Halil Arıcan’la telefonlaşmıştık. Fakat işte zamanı istediğin gibi kullanamıyorsun ki…
İkindi vakti Ziyaettin Bey geldi. Görüştük, konuştuk. Bize bir araba tahsis etti, Murat Beyle beraber Talgar’a gitmek üzere yola çıktık. Talgar kasabasında da Ahıska sürgünleri yaşamakta. Yol üzerindeki Miçurin köyüne uğrayıp Ali Paşa Veyseloğlu’nu alıyoruz. Veyseloğlu’nu gıyaben tanıyordum. Yanına Ahıska Türklerinin Dramı ile Vatan ve Gurbet adlı kitaplarını da almış. Onları benim için imzaladı.
Talgar’da Ahılkelek’in Lebis köyü sürgünlerinden Âşık Mürteze’ye gidiyoruz. Bir gün evvel burada sünnet düğünü olmuş. Masalar avluda duruyor. Orta bir yerde mahallî yöneticilere özel sofra kurulmuş, yiyip içiyorlar. Mürtez amcayı alıp sakin bir köşeye oturuyoruz. Onun 23 senedir elime almadım dediği sazını, damadı çalıyor. Sazla bize bir hoş geldin çekiyor. Murat Bey kamerayı alıp karşıya geçiyor. Mürtez amca (1936) dalıyor bir halk hikâyesine. Âh zaman olsa da tamamını dinlesek, kaydetsek diyoruz. Doğrusu o da biraz tekliyor, yaşlanmış. Ahıska Halkının Şair ve Destanları adlı bir kitap yazmış. Onun da vatandan yana ıstırabı var:
Burnumun ucu sızlayır
Eşidende sözün vatan,
Üregim seni özleyir,
Bire gezer gözüm vatan.
Ataşında govrulaydım,
Külün ola sovrulaydım,
Ölen günü ayrılaydım,
Mürteze der, düzün, vatan.
Kitabında Şenlik-Aşık Sümmani, Şenlik-Abbas deyişmeleri, Mazlûmî’nin destanı, nazireleri, karşılaşmaları, koşmaları ve halk hikâyeleri var. Gürcü kızını da ihmal etmemiş:
Mürteze’nin budur sözü,
Gogaşenli Arsen gızı,
İnsanı öldürer nazı,
Nehre çalhar Gürcü gızı.
Vedalaşıp ayrılıyoruz.
Ali Paşa amca (Ahıska/Asmiza-1922), Pedagoji tahsili yaptıktan sonra öğretmenlik yapmış, İkinci Dünya Savaşı’na katılmış, madalya almış canlı bir tarih. O, halkının uğradığı zulmü sözle ve şiirle ifade etmiş bir halk bilgesi.
Ali Paşa Veyseloğlu ile konuştuklarımızı bir de kamera tespit ediyor. Veyseloğlu şunları söylüyor:
“Halkımız 62 senedir perakende kuşlar gibi sefil hâlde yaşamaktadır. Biz, vatanımızı istiyoruz. Gaspedilen yerlerimizi istiyoruz. Dedelerimiz, ninelerimiz orada yatıyor ve onlar bizi bekliyor. Bizim kasabamız Asmiza’ya Gürcüler yerleşmiş, mülkümüzü, bağımızı, bahçemizi gaspetmişler. Geçen sene Gürcü Devlet Bakanı Haindrava’ya dedim ki, ben babamın bahçesinden bir elma koparmak için Gürcüden mi izin alacağım?
Türkiye bize sahip çıkmalıdır. Almanya, İsrail, Yunanistan kendi insanına sahip çıkıyor da Türkiye bize niçin bakmıyor? Biz onun bunun dediği gibi Mesxi filân değil, eski Osmanlı vatandaşları olan Türkleriz.”
Allah’a emanet olun kardeşlerim
Neredeyse on beş günden beri Kırgızistan ve Kazakistan’da hemşehrilerimin arasındayım. Artık veda etme zamanıdır.
Almatı Derneği Başkanı Ziyaettin Beyin lokantasında çok tatlı bir sohbetle akşam yemeği yiyoruz. Derneğin emektarı Nizamettin Bey, Mustafa Akifov ve Aziz dost Nazım Kadiroğlu ile beraberiz. Bu seyahat notlarımı Mirzalioğlu Mustafa Beyin anlattıklarıyla bitiriyorum. Onun anlattıkları, Ahıska Türklerinin yaşadığı talihsizlikleri bir başka açıdan daha trajik olarak ortaya koymaktadır:
“1935’te Ahılkelek’in Varevan köyünde dünyaya geldim. Babam 1941’de savaşa alındı ve bir daha geri dönmedi. 1943 yılında başladığım okulda birinci sınıfı Türkçe (Azerî) okudum. Batum’da yaşayan ninem yanına aldı ve 1944’te Babakuvat köyü ilkokuluna gittim Burada birinci sınıfı yeniden okuttular. Fakat Gürcüce… Ninemgildeyken sürgüne gönderildik. Sürgünün ikinci yılında Kazakistan’ın Kaskelen ilçesinde tekrar okula başladım. Birinci sınıfı üçüncü defa okumak durumunda kaldım; fakat şimdi Rusça okuyordum. Yani ilkokul birinci sınıfı üç defa okudum, üçü de ayrı dilden! Annem kolhozda çalışıyordu. 1953’te Tekniker Okulunu bitirdim. Muhasebeci olarak çalışmaya başladım. Şimdi emekliyim. Kur’an okumaya başladım. Bu demektir ki, birinci sınıfı dördüncü defa okumaktayım!”
İster gülün, ister ağlayın! Bizim Ahıska 6.Sayıdan Alıntı…
--------------------
Aradığınız "BİLGİ" İse; Oltulu.com Size Yeter...